Alkışlarla mı yaşıyoruz?

İsmim Mesut, göbek adım Bahtiyar olmadığı için alkışlarla yaşamıyorum. Zamanında tomalara göğüs germişliğim var ama Zeki Müren gibi şarkılara duygu verebilmem mümkün değil. Dertlilerin dertlisi olduğumu söyleyemem ama ne köşklerde ne sarayda yaşıyorum ben de. Aslında bu ülkede hiçbirimiz sarayda yaşamıyoruz. Sarayda yaşayan bir aile var ama onlar da saraya ‘külliye’ denilmesini buyuruyorlar. Bizim ara sıra yolumuzun düştüğü sarayların adınaysa Adalet Sarayı deniliyor.

Adı adliye olsa belki adalet kırıntısı bulmak mümkün olurdu koridorlarda ama adı saray olduğu için bolca ferman var bizim adalet saraylarında. Karar için duruşmalara ara verildiğinde hatta karar açıklandıktan sonra bile her an yeni talimatlar gelebiliyor. O derece hızlı bir iletişim ağı var saraylar arasında. Dolayısıyla insan ne altta kaldım diye yerinebiliyor ne de üste çıktım diye sevinebiliyor. Her an her şey başınıza gelebiliyor. Ata sporu olarak yağlı güreşi değil okçuluğu ön plana çıkaranlarsa, hedef tahtasına hep dimdik duranları yerleştiriyor. Ne demişti Ahmet Şık, kendisini yargılayanları yargıladığı duruşmalardan birinde: ‘Ben bugüne kadar sadece annemin babamın elini öpmek için eğildim. Bundan sonra da böyle olacak.’

Etrafındakilerin sürekli hatırlatmasına gerek kalmaksızın dik duran, eğilmeyen adamın her savunması ders gibiydi. Şık, son dersi de kendisinin yeniden özgürlüğe kavuşmasına çok sevindiğini söyleyen, alkış tutanlara verdi. Bu kısmı o derste tuttuğum notlardan aynen alıntılıyorum: ‘Öfkeli olmanızı sevinçli olmanıza tercih ediyorum. Çünkü öfke bizi ayakta tutacak. Umudumuzu öfkemizle bileyeceğiz. Bunu yapmazsak saçma sapan şeylere sevinmeye devam edeceğiz. Bugün sevineceğimiz bir gün değil ama bu ülkede sevineceğimiz gün gelecek...”

Kabul edelim, Kadri Gürsel’in tahliyesinde, o ünlü fotoğraf karesinde kenarda durup aşıkların kavuşmasını izleyen Mahmut Tanal gibiyiz bazen çoğumuz. Sevinecek bir küçük habere, bunca hoyratlığın arasında aşka, sevgiye, güzel günlere, özgürlüğe o denli susamışız ki ne yapalım kenarda öylece durup seviniyoruz işte. Ancak Ahmet Şık, haklı. Bizim, parlayıp sönen anlık sevinçlere ihtiyacımız yok. Hele ‘dilleri kaba, vicdanları taş’ olanların sahte sevinç tweetlerine hiç ihtiyacımız yok!

Gerçek bir mücadeleye ve o mücadeleyi kararlılıkla sonuçlandıracak umuda, umudu bileyecek öfkeye ihtiyacımız var bizim. Kahraman yaratmaya değil, herkesin kahramanlığına ihtiyacımız var.

İpe götürseler doğrulardan bir milim şaşmayan bir cesareti alkışlıyorsan sen de doğruları savunmak için elini o kaba taşın altına koyacaksın. Elini taşın altına koyanları görüp, ‘yalnız değildir’ yazacaksan sen de ‘benim narin parmaklarım ezilir ama’ demeyeceksin. Dokunanın yandığı ateşi söndürmek için sen de pervane olacaksın. İçinde bulunduğun durumun imkan ve şartlarını düşünmeyeceksin.

Ben, biliyorsunuz bir süredir yasaklıyım televizyonlarda. Bülent Ersoy’un yasaklı olduğu darbe dönemindeki gibi yasaklıyım. Patronların arasındaki gizli anlaşma hükümlerince yasaklıyım. Yasakları, deve kuşu kabare misali bulabildiğimiz sahnelerde anlatıp, gülüyoruz biz de ağlanacak hallere. Televizyonda yıllarca haber sunarken giydiğim düz siyah bir ceket vardı mesela, onu allayıp pullayıp Zeki Müren ceketi yaptık. Ahmet Şık, içerideyken bir oyunumuza da eşi Yonca gelmiş ve 3 saatlik gösteride bir kez dahi olsa O’nu gülümsetebildiğim için evime mutlu dönmüştüm. Cuma akşamı, Şık’ın tahliye edildiği haberini yine sahnedeyken aldık. Manisa Akhisar’da oynadığım oyunun sonunda bu güzel haberi paylaştığım 400 seyirci ‘yaşasın hürriyet, kahrolsun istibdat’ diye haykırarak evlerine döndü. Cesaret bulaşıcıdır. Bırakın size de bulaşsın efendim. İşte o zaman hepimiz mesut bahtiyar olacağız efendim. Sadece alkışlarınızla yaşayamıyoruz, öfkenize ve cesaretinize de ihtiyacımız var efendim…