Harmony Korine 16 yaşında “Kids”in senaryosuna imza attığından beri, Amerikan bağımsız sinemasının yaramaz çocuğu olmayı sürdürüyor. Adını Amerikan üniversitelerinin bahar tatilinden alan “Bahar Tatilcileri” (Spring Breakers) Korine’in bugüne kadar yaptığı en ana akım film. Her şeyden önce Selena Gomez ve James Franco gibi ünlü oyuncuları var. Film eleştirdiği pop kültürünün bir parçası da olmayı hedeflemiş. Korine kendi ifadesiyle bir tür lolipop yapmayı hedeflemiş. Bahar tatilcileri temelde 4 kızın öyküsünü anlatıyor. Bu kolej öğrencileri bahar tatilinde, büyük partilerin yapıldığı Florida’ya gitmek, alemlere akmak istiyorlar. Ama yeterince paraları yok. Dizilerden gördüklerini uygulayıp bir soygun yapmayı başarıyorlar ve Florida’ya gidiyorlar. Gittikleri tatil beldesinde üniversite oğrencileri bayağılığın dibini bulmuşlar bile. Seks, müzik ve uyuşturucu dolu bir hayat… Alkolik gençlik yetiştiren bu üniversitelerden çıkan çocuklar dünyayı yönetiyor sonuçta. Onların dediğini de buradaki muhafazakâr gençlik yetiştiren politikacılar uyguluyor günü geldiğinde. Hayatın korkutucu gariplikleri…
Kızlar yaptıkları soygundan değil ama uyuşturucudan içeri düşüyorlar. Bir gangsta (mafya yani) onların kefaletlerini ödüyor. Bundan sonrası kızlar için yeni bir alem ve hayatta alınacak yeni bir yol. Korine’in filmi eğlendirici ama sonuna doğru artık kesse de dedirtiyor ne yazik ki. Filmin hiç şüphesiz politik, muhalif bir yanı var. Bu yüzeysel kültürü eleştiriyor ama onun bir parçası olarak da işlevsel olmaya çalışıyor. Bazen işliyor bazen işlemiyor.
Leonardo Di Costanzo’nun Ufuklar bölümünde yarışan  “Ara”sı (L’intervallo) yine mafyayla ilgili bir öykü. Bu kez İtalyan mafyasının tutsak aldığı genç bir kız ve onun başına bekçi olarak koyduğu bir delikanlı öykünün kahramanları. Kızın suçu mahallesinin delikanlılarıyla değil karşı mahallenin mafyasından bir delikanliyla aşk yaşaması. Mahalle kavgası değil ama olay, ciddi bir tehdit söz konusu. Kızla bekçisi çocuk arasındaki yakınlaşma ve mafya gerçeğinin ağırlığını öyküsü nihayetinde acı bir hayatın tablosuna dönüşüyor. Uygarlık dediğin hâlâ yerlerde surunuyor.
Peter Brook’un 1968’de Cannes’da yarışmaya soktuğu (ama festival yapılamamıştı o yıl) “Bana Yalan Söyle” (Tell Me Lies) Viet Nam Savaşı ve hükümetin, basının yalanları üzerine bir yari-belgesel (ya da filmdeki espriyi izleyerek yarı-kurmaca). Viet Nam’dan bugüne kapitalizm devlet ve toplum yönetme konusunda ne kadar fazla yol katetti! Eskiden yalanlar konuşulabiliyor, ‘embedded’ olmayan gazeteciler savaş alanlarından fotoğraf geçebiliyorlardı. Hâlâ Ebu-Greyb’den filan fotoğraf sızdığı oluyor ama nerede 60’lar nerede 2000’ler. Bugun Libya’da ne oldugunu kimse merak etmiyor. Suriyede’ki şeriatci güçlere sağlanan Amerikan, Türk ve diğer desteklerini kimse sorgulamıyor. “Bana Yalan Söyle” Amerikan emperyalizmi karşıtı iyi bir yarı-belgesel(miş).

İsrail’in bir baska, çok daha karanlık bir yüzünü anlatan “Hayuta ve Berl” hoş bir sürprizdi. Film bir açıdan Michael Haneke’nin “Aşk”ını da çağrıştırıyor çünkü kahramanları 80’lik iki ihtiyar. Kadın şeker hastası. İkisi de gençliklerinde sosyalizmin düşünü kurmuşlar. Adam hâlâ hayallerini korumaya, birbirine destek olan vatandaşlardan oluşan bir çevre oluşturmaya çalışıyor. Oğulları babasının sosyalizm hayallerinden yorulmuş çareyi Amerika’da almış. Zaten İsrail’de sosyalizmin esamesi kalmamış. Devletten zar zor aldıkları 3-5 kuruş yardımla ensülin parasını bile çıkaramıyor Hayuta. Bu durumda yaşamak pek de iyi bir seçenek gibi görünmüyor hayuta ve Berl’e tıpkı Haneke’nin kahramanlarına olduğu gibi. Bence Haneke’nin “Aşk”ından çok daha iyi, çok daha sıcak bir film ama kimse görmeyecek. Keşke bir festivalde arda arda gösterilseler de soğuk nevale Haneke boyunun ölçüsünü alsa.