Ürünler kasadan yavaş yavaş geçerken dedim ki: Kendi yazılarından sıkılır mı insan? Kasiyer yüzüme baktı anlamsızca. Kendim yanıtladım: Sıkılır elbet. Kendinden sıkılır da yazdıklarından mı sıkılmasın. Ne de olsa yazdıkları kendidir insanın. İnsan en çok kendinden sıkılır, kendini boğar -Kendini severek boğduğu, boğarak sevdiği de olmuştur-. Kendi yazılarına lanet okur mu insan? Okur elbet. Dünyada birçok şeye okuduğu gibi, yazdıklarına da okur. Çünkü yazı denilen illet, tam da lanet edilen şeylerin kristalize olmuş halidir. Hayat neyse yazılanlar odur. Yazılanlar sıkıcı artık. Yaşanılanlar yazıyı yaratıyor da, yazılar yeni yaşamlar yaratmıyor artık. Yazılanlar, bilmenin ve bilginin o pis sularında yüzüyorlar. Okurlarsa küfretmiyor bilene, bildiğini sanana; sövüp saymıyor, lanet etmiyor. Bileni baş tacı ediyor. Bir çekiç alıp yazıların, kelimelerin, o nursuz harflerin anlattığı o köhne, o bilmiş cümlelerin kafasına kafasına geçirmiyor. En sıkıcı şeyleri bile büyük bir aşkla okuyorlar. En berbat kelimeleri satın almak için sıraya giriyorlar. Onlar okuduğundan bu sıkıcı yazılar, bu lanet cümleler. Onlar sevdiğinden bütün bu hapishane defterleri. Oysa Dostoyevski’nin kahramanı Yeraltından Notlar’da ne güzel silkelemişti bilmenin bir bok olduğunu sanan insancıkları: “İki kere iki dört ise, yaşam değildir ancak ölümün başlangıcıdır... Evet insanın tek yaptığı şey, iki kere iki dörtlerin peşine düşmek, okyanusları aşmak, bu uğurda seve seve yaşamını vermektir... İki kere iki dört, bana sorarsanız, bir küstahlıktır. İki kere iki dört, ellerini böğrüne dayayarak yolumuzu kesen, sağa sola tükürük atan bir külhanbeyinin ta kendisidir...” Kesinlik kaygısı ve “bilmek” insanın ve yazının sonunu hazırlıyor.

Oysa yanılmak yaşamın tek anlamıdır. İnsan yanında hep bir günah keçisiyle dolaşıyor. Cümle suçların, yanlışların, ahlaksızlıkların, töreden çıkmışlığın yükünün boca edildiği bir günah keçisi bu. Oysa insan -ah insan- kendine şunu söyleyebilse keşke, kendimden sıkıldım dese, dünyadan değil kendimden sıkıldım dese, ne yaptıysam ben yaptım dese. Ben yanıldım, yine yanılacağım dese. Hatalarımdan bunaldım dese ama aynı hatayı yine yapmak istiyorum dese. Aynı hatayı yapmamak üzerine defalarca verdiği sözleri yerine getirmek bir yana, o sözleri aşağılasa… Kendi verdiği sözleri kendi aşağılasa.

Farkına varsa mı dedim? Demedim. Ama deseydim de olacaktı. Bir kaç cümle önceydi. “Kendiyle yüzleşip hatalarının güzelliğinin farkına varsa” diyesim vardı. Demedim. İnsanın farkındalığı kadar büyük bir lanet, büyük bir eziyet yoktur, ondan demedim. Farkındalık kadar ağır bir yük hiçbir canlı türüne verilmemiştir, ondan demedim.

Farkına varsa demedim. Çünkü farkındalık acının en büyük kaynağıdır dünyada. Aymazlık ve ahmaklıkla baş eder insan onunla. Dünyanın başına yıkıldığının bile farkına varsa ona “yıkılmak” demeyecek kadar aymazdır. Çünkü insan biraz aymaz, biraz ahmak, ve az biraz da akıllıdır. “Ve”den önce virgül koymama takılacak kadar dikkatli; bu yıl kaç mültecinin öldüğünü bilemeyecek kadar aymazdır. Ya da ikisinden de haberi olmayan bir ahmaktır. Ya da ikisinden de haberi olacak kadar bilgi tiranlığının sakat bir kölesidir. Ahmaklıkla kölelik arasıdır.

En çok bilgi tiranlığının içerisinde çırpınıyor insan. En çok bilmenin lanetinde çırpınıyor. Yazdıklarımız bildiklerimizin esiri olduğu sürece de bu sıkıcı yazılar ortalıkta salınıp duracak böylece. Havva’nın ısırdığı elmanın içindeki kurt gibi insan. Yarısı bir kutsalın içinde, yarısı onu ısıran ağzın içerisinde, dişler arasında hak ettiği yeri bulup yok olacak.

Kendimi rahat bırakmalıyım az biraz. Dalgalara, rüzgâra, sevmeye, aşka... Yani bizim olmayan ne varsa ona bırakmalıyım. Kendime ırkçı, kendime türcü, kendime eril, olasım var. “Eril”den sonraki virgülün yanlışlığı bir yana gereksizliği kadarım dünyada. Kendimle uğraşmaya ihtiyacım var. Unutulmuş bir yüreği yerinden söküp çıkarmaya, unutulmuş sevmelere, unutulmuş seyahatlere, dönmelere, terk etmelere ihtiyacım var. Kırmaya, dökmeye, taşırmaya ihtiyacım var. Çünkü insanın en çok kendini kırmaya, kendini dökmeye ihtiyacı var.

Kendimden nefret mi ediyorum? Nefret kendine yönelikse bir meziyettir zaten ve sevmek hep dışarda yer buluyorsa kendine, insanın yüreğine kötü bir kafesten başka bir şey değildir. Planlı, düzenli, hanım hanımcık, beyefendi yaşamların arasında sırıtasım var. Kravatlardan tutup nefretle sürükleyesim var. Dünyanın bütün tayyör ve döpiyeslerini Tiananmen alanında yakasım, küllerini Taksim Meydanı’nda savurasım var (Ama bunun için bir plan yapmadım henüz. “Bir planım yok” der en karizmatik ve en estetik kötü, Joker. “Bir planım yok, yalnızca yaparım”. Daha planlayıp devrim yapacaktık diyenleri duyuyorum. “Yalnızca yapmaların” dünyasını kurmak değilse devrim, o da kalmalı olduğu yerde –her nerdeyse-).

Ama ben kravatlı ve döpiyesli bütün dillerin ve devrimlerin hapishanesinden kurtulmalıyım önce. Güzelin ve estetiğin saltanatını yırtıp atmalıyım. Kötülüğe biçilen o bedbaht tanımların; iyiliğin, vicdana seslenen -yalnızca vicdana seslenen- o kof halinin yarattığı bu mengeneden kurtulmalıyım. Yalnızca yazılanların değil dünyanın güzelleşmesi için kurtulmalıyım.

Dedim bütün bunları -kasada beklerken kasiyere-. Ekledim: “Sıkıntı yaratan şey varoluşumuzdaki o derin boşluk ve sancı. Ve aşılası değil sanki bu.” “Ve... abi” dedi “Ve ile başlama hiçbir cümleye.” Sıkılıyorum. Hitler’in dualarındaki sevecenlik, şefaat isteği ve onun dualarının yöneldiği Tanrı’nın şaşkınlığı içindeyim.. Marketten çıkarken arkamda bıraktığım iki noktaya bakıyor kasiyer, görüyorum. Döpiyes mi şuradaki? Allah onun ve tüm döpiyeslerin belasını versin diyorum.