Atölyenin Nuri Usta’sı, Almancı ev sahibinin Nuri Efendi’si, karısının “Nuricim”i, benim babam. O kaplamalar henüz suntayla birleşip sertleşmeden önce, kurşun kalemlerle üzerine şiirler yazan babam. Eve gelince ceplerinden bolca talaş, ve şiirler çıkan babam. Bazen öğle paydosunda, bazen de çıraklar gittiğinde, dükkan bomboş ona kaldığında, sigarasını yakıp uzaklara dalan babam.

Allı turna ve sevdalı gelin

Ayşe Alan

Ağaç kaplamasının kokusu tüm atölyeyi sarmıştı. Yumuşacık incecik kaplamalar. Kâğıttan hallice mis kokulu ağaç parçaları. Suntaların üzerinde kendine hayat bulan, türlü çeşitli budakları üzerinde taşıyan. Ağacın neresine denk geldiyse, oranın resmini çizen, belki bir odaya, ya da bir ofise konuk olan, cilaları üzerine usulca giyen ve ışıl ışıl parlayan ağaçlar.

Ne çok talaş kokusu diye düşündü Nuri Usta. Burun delikleri talaşla dolmuş, terini çeksin diye boynuna doladığı beyaz mendil, talaşın ve ıslaklığın lekesiyle kirlenmiş, rengini kaybetmişti. Az önce bitirdiği dolabı iki çırakla menteşelerle birleştirip ayağa kaldırdılar. Çekmecelerin kenarlarını sabunladı, özenle dolabın içine yerleştirdi. Sabun kokusu, talaş kokusu ve kayın ağacının kokusu birbirine karıştı. Burun delikleri tıkandığından tam olarak alamıyordu kokuları ama aşinaydı ya yıllardır. Biliyordu. İncecik, kibar kibar çekerdi nefesini içine. Kesik kesik. Atölyede bir asilzade. Tüm hareketlerinde bir incelik, bir mesafe.

Hem yıllarca bir mobilya atölyesinde çalışmak için yaratılmış, hem de kulağına bembeyaz giysileriyle bir melek, sen buralara değil, saraylara layıksın diye günde üç vakit fısıldıyormuş gibi. Babam gibi. Zımparanın ellerinin altında bir ileri bir geri gidip gelişi. Aynı ağacın üzerinde geçirilen saatler. Zımparanın giderek küçülüşü, ağacınsa giderek düzleşmesi. Tüm bunlar, kafasında döndürüp durduğu düşüncelere, gururla satırlara yansıyan şiirlere eşlik ediyordu. Hızar makinesinin başında yeni bir işe koyulmuşken telefon çaldı. Arayan karısıydı. Karne günüydü o gün. Okul bitmesine rağmen eve gelmemişti Yasemin. Koşarak eve gitti. Ne yapacaklarını bilemiyorlardı. Karısından kızının fotoğrafını istedi, karakola gidecekti. O sırada kapı çaldı. Her şeyden habersiz, karne sevinci sonrası arkadaşının davetiyle evlerine gitmiş olan Yasemin’i karşılarında görünce tüm korkularından kurtulmuşlar, derin bir nefes almışlardı? Ya başına bir şey gelseydi? Ya Nuri Usta hesap soramasaydı? Kavgaya giremeseydi, ailesini koruyamasaydı?

Yıllar önceydi. Henüz lisede okuduğu yıllarda bir yandan da terzi çıraklığı yapıyordu. Bir akşam işleri geç bitmişti. Dükkanı kapattığı sırada yandaki yazlık sinemadan müzik sesleri gelmeye başlayınca oraya doğru yürümeye başladı, çünkü çok sevdiği bir türkü onu çağırıyordu: Sevdalı Gelin. Akşam olur karanlığa kalırsın.Derin derin sevdalara dalarsın. Sinemanın tahtalardan uyduruk yapılmış kapısının budak deliğine gözünü dayadı. Sevdalı Gelin filmi başladı.Başrollerde Fatma Girik, Suphi Kaner, Suna Pekuysal, Mümtaz Ener. O küçük delikten filme öyle bir daldı ki zamanın nasıl geçtiğini anlamadı. Ta ki babasının elindeki sopa ile sırtından dürtüp başıyla yürü işareti yapana kadar. Nuri önde, babası arkasında hiç konuşmadan bir süre yürüdüler. Sonra köye kadar Nuri kaçtı, babası kovaladı. Yakaladğı yerde de sopayı yapıştırdı, artık neresine denk geldiyse. Yıllar sonra babasının dayağını, “Çok korkmuştu ben eve gelmeyince, yabancı memleketlerde başına ne geldi acaba diye dertlenmişti” diye anlattı. Ya babası hesap soramasaydı? Kavgaya giremeseydi, ailesini koruyamasaydı?

Bir yere yabancı olmak ne demektir? “Oralı” olmamak yani. İnsan sadece yaşadığı yere mi yabancıdır? Yoksa kendiyle bu arafta olma hali ile mi konuşur? Tüm benliği ve bedeni uyum sağlamaya çalışırken, titrek bir hüzne mi düşer dilinden dökülen sözcükler? Yabancı memleketin babaları hep böyle biraz hüzünlü, çokca boynu bükük, hayata karşı savunmasız, hele de bizim topraklarda erkeklik sancısını başka türlü çeken erkekler mi olurlar?
Benim babam öyle bir adamdı. Bu yabancı olma halinden kendine güzel el yazıları, düzgün konuşmalar, uzun şiirler ve atölyelerde ağaç kokuları devşirdi. “Elimdeki işi bitirdiğimde, karşısına geçer, bir sigara yakarım. Bir gözümü kısar, gönyesine bakarım” derdi. Sanatçının eserine bakması gibi uzun uzun izlerdi mobilyalarını. Oysa orası ne bir sanat atölyesi idi, ne de Nuri Usta bir sanatçı. Belki şairdi biraz.

alli-turna-ve-sevdali-gelin-746840-1.
Atiyye ve Nuri Alan

Atölyenin Nuri Usta’sı, Almancı ev sahibinin Nuri Efendi’si, karısının “Nuricim”i, benim babam. O kaplamalar henüz suntayla birleşip sertleşmeden önce, kurşun kalemlerle üzerine şiirler yazan babam. Eve gelince ceplerinden bolca talaş, ve şiirler çıkan babam.

Bazen öğle paydosunda bazen de çıraklar gittiğinde, dükkan bomboş ona kaldığında, sigarasını yakıp uzaklara dalan babam.

Allı turnam yolun İstanbul’a düşerse
Bebişime benden çok selam söyle
Babam nasıl diye sual ederse
Beni bende aradığımı söyle

diye yazmıştı bana son şiirinde. İzmir’den İstanbul’a turnalarla selam gönderiyordu. Babam yine buruk, yine yalnız bir yabancı idi. Kendini kendinde arıyordu. Bana sorsanız yüreği kocaman dağ idi, o kendini küçücük bir kum tanesi biliyordu. Onsuz geçen her yılda daha çok biliyor, anlıyorum: Bazı babalar böyledir. Böyle yarım, ikircikli, etrafına kozalar ören. Sadece hayat gailesiyle değil, erkekliğin tekmesiyle de savrulup giden. Bir ağacın kokusunda, eski bir defterin yapraklarında, bahçelere diktikleri ağaçlarda, tamir ettikleri eski bir saatte bulursunuz onları. Hiç de öyle heybetli, korkutucu, yırtıcı değildirler. Bu dünyadan usulca göçüp giderler.