Alman felsefesini keşfetmek için bir başlangıç

Deniz POYRAZ

Alman felsefesi, modern felsefenin temellerini oluşturan en önemli kaynaklardan biri. Andrew Bowie’nin Alman Felsefesine Giriş adlı eseri, felsefenin toplumsal ve tarihsel gelişmeler arasındaki bağlantıyı nasıl kurduğunu açığa çıkararak bir coğrafyayla düşünceyi, mekânın sürekliliğiyle zamanın sürekliliğini bir araya getiriyor. Bu kısa ama yoğun eserde Fichte’den Nietzsche ve Schopenhauer’a; İdealizmden Yeni-Kantçılığa ve analitik felsefeye, Alman felsefe geleneğine ışık tutuluyor. Eser hâlihazırda disipline hâkim okurun hafızasını tazeliyor, genel bir bakış sunuyor; Alman felsefesini keşfetmek isteyen okurlar içinse başlangıç niteliğinde.

Felsefenin amacı kuşkusuz, içine doğduğumuz dünyayı, varoluşu ve bütün evreni tanımlayan hakikati keşfetmek. Immanuel Kant, bu tür sorulara belki de en fazla kafa yoran Alman filozoflarından biri. Kitabın aslan payının ayrıldığı Kant’la alakalı bölüm de filozofun tüm ömrünü adadığı çalışmalar üzerine detaylı bir analiz sunuyor. Gelgelelim, “ilk dönem Alman Romantikleri” olarak anılan grubun Novalis’le birlikte en önemli üyesi olan Friedrich Schlegel “evreni idrak” amacının pek açık olmayabileceğini iddia ediyor: “Aslına bakarsanız, tam da istediğiniz gibi tüm dünya gerçekten büsbütün idrak edilebilir hâle gelirse çok üzülürsünüz.” Burada da görüldüğü üzere, Alman Romantik felsefesinin temel özelliklerinden biri de felsefenin asli görevine ilişkin radikal sorular sormasıdır. Alman Romantikleri, hakikat denen şeyi mütemadiyen tersine çeviren bir noktaya çekme eğilimindeler.

Hegel, “Estetik” başlıklı eserinde, modern insanlığın en yüksek içgörülerinin ifade edilebildiği araç olmak bakımından “sanatın sonu”nu ilan ediyor. Hegel’in iddiası, felsefenin en yüksek içgörüleri açıkça ifade etme görevini din ve sanattan teslim aldığı. Bilimler yalnızca, felsefi bir sistem vasıtasıyla birbirine bağlanması gereken belli hakikatler üretiyor Hegel’e göre. Heidegger de felsefeye, tıpkı Alman Romantikler gibi, felsefeyi sanatla irtibatlı hâle getirecek farklı bir rol biçmeye çalışıyor. Peki, bu düşünürlerin sanata atfettiği önem bugünün felsefesinde hâlâ geçerli mi? Bu büyük filozofların sanatın estetiğine dair tartıştığı meseleleri günümüzün “kendi varoluşunu dahi sorgulayan” avangard sanatını düşünerek değerlendirmek de ayrıca keyifli.

Karl Marx’ın çalışmalarının bağlamını biçimlendiren tartışmalar esnasında insanlar ilk kez “felsefenin sonu”ndan da söz etmeye başladılar. Peki, bu ne anlama geliyordu? Bilimsel devrimin, endüstrileşmenin ve kentleşmenin sebep olduğu devasa değişimler durağan bir dünya düzeni fikrinin tarihsel dünyanın tazyiki karşısında duramadığı anlamına mı? Marx’ın ana düşüncesi, münferit insani eylemleri bir araya getirmenin umulmadık sistematik sonuçlar doğurduğuydu. İdeoloji, meta ve yabancılaşma, Marx’ın ortaya koyduğu görüşlerin omurgasını oluşturuyordu. Olgunluk eseri Kapital’de azınlık için her zamankinden fazla zenginlik üretirken çoğunluğun yoksullaştığı ekonomileri ortaya çıkaran on dokuzuncu yüzyıl kapitalizminin işleyişini çözümlemeye uğraşıyor.

Heidegger’in felsefesi, kurucusunun pervasız ahlaki ve siyasi kabahatlerine rağmen neden bu kadar önemli olmaya devam edebildi? Alman felsefesi, bir şeyin sanat olup olmadığının nasıl saptandığına dair o bildik modern soruya nasıl cevap veriyor? Frankfurt Okulu ve Aydınlanmanın Diyalektiği, yüzyılımızda hâlâ neden bu kadar önemli? Dil ve rasyonalite arasında nasıl bir bağ var? Bu ve bunlar gibi pek çok mesele de Andrew Bowie’nin Alman Felsefesine Giriş eserinde ele aldığı konular arasında. Bilhan Gözcü’nün özenli çevirisiyle. İyi okumalar…