Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısı Almanya’da Sol Parti (Die Linke) tarafından parlamento temsil edilen sosyalist sol içinde derin bir çatlağa yol açtı.
Sosyal demokrat ağırlıklı koalisyon hükümetinin önceki dönemlerden büyük bir kopuşa tekabül eden yeni politikalarının açıklandığı Federal Parlamento Olağanüstü Oturumu’nda partisi adına konuşan Sol Parti Meclis Grup Başkanı Amira Muhammed Ali, saldırıyı açıkça uluslararası hukukun ihlali olarak eleştirdikten sonra, Rusya’nın bu tutumunu yanlış değerlendirdikleri için özeleştiride bulundu. Ardından da Ukrayna’ya silah yardımı ve silahlanmayla ilgili kararlara karşı çıkarken Rusya’ya karşı ekonomik yaptırımlar konusunda dikkatli bir dil kullanarak “Putin’e, oligarklara, Rusya’nın silahlanma sanayisine, devlet yönetimindekilere karşı etkisi olacak yaptırımları destekliyoruz” dedi.


Sol Parti’nin eş genel başkanlarının da imzasını taşıyan bu açıklama Ukrayna’da Rus ordusuna karşı savaşanlarla ve savaşı protesto etmek üzere Rusya’da sokağa çıkanlarla dayanışma çağrısı da içeriyordu.

TEK RUSYA SUÇLANMASIN

Ancak tüm milletvekillerinin parti adına yapılan bu konuşmayı desteklemediği biliniyordu. Nitekim yedi milletvekilinin sıra dışı kamuoyunda sık sık gündeme gelen Sahra Wagenknecht’in öncülüğünde yaptığı açıklama ayrılığı ortaya çıkardı. Bu vekiller de Rusya’nın saldırısını aynı şekilde değerlendirip, derhal bir ateşkes ilan edilip, Ukrayna’ya giren askeri birliklerin geri çekilmesini talep ediyorlar. Ancak bunun yanı sıra sadece Ukrayna’ya silah yardımına ve Almanya’nın silahlanmasına değil, Rusya’ya karşı yaptırımlara da karşı çıkıyorlar, yaşanan krizde ABD ve NATO politikaların da ortak sorumluluğu olduğuna işaret ediyorlardı.

Bu görüş farklılığı Sol Parti açısından yeni bir durum değildi aslında. Aralarında Sevim Dağdelen’in de yer aldığı milletvekillerinin yaşanan krizin nedenlerine ilişkin tezleri, Almanya’daki barış hareketinin çeşitli bileşenlerince de paylaşılıyordu. Nitekim kriz henüz savaşa dönüşmeden önce Münih’te gerçekleştirilen uluslararası Güvenlik Konferansı’na karşı binlerce kişinin katıldığı protesto eylemlerinde de bunlar dile getirilmişti.

Sol içindeki bu konudaki ayrılık, Sol Parti’nin bir diğer önde gelen ismi Dış Politika Sözcüsü Gregor Gysi’nin bu milletvekillerinin açıklamasına karşı yaptığı sıra dışı eleştiriyle bir çatlağa dönüştü. Geçtiğimiz dönemde uzun süre sadece Sol Parti’nin değil, Avrupa Sol Partisi’nin de başkanlığını yapan Gysi, kamuoyuna açık mektubunda seslendiği partidaşlarını Ukrayna’daki savaşta ölenler, yaralananlar ve yaşanan acılar karşısında “tam bir duygusuzlukla” ve Ukrayna’nın “kendisini koruma hakkını tanımamakla” suçlayarak, “Sizin tek derdiniz, ne olursa olsun eskimiş olan ideolojinizi kurtarmak. NATO kötü, ABD kötü, hükümet kötü. Sizin için hepsi bu kadar” dedi.

NATO’nun bu dönemde Rusya’nın Ukrayna’ya saldırısının haklı çıkarabilecek “tek bir hata bile yapmadığını” vurgulayan Gysi, bu durumun İsveç ve Finlandiya gibi ülkelerde de NATO üyeliği taleplerini canlandırdığına işaret etti.

Wagenknecht de bunun ardından, Rusya’nın saldırısını asla haklı görmediklerini ve göstermediklerini belirterek Gysi’nin eleştirilerine karşı çıktı.
Sosyalist Doğu Almanya’nın (DDR) yıkılmasından sonra, birleşen Almanya’da muhalefet partisi olarak devam eden ve çeşitli isim değişiklerinin ardında Sol Parti adını alan partinin en kıdemli aktif politikacılarından 74 yaşındaki Gysi’nin bu çıkışı, zaten var olan ayrılıkları yeniden ortaya çıkardı. Gysi, geçmişte kamuoyu yoklamaları Sol Parti’nin sosyal demokrat ve yeşillerle birlikte parlamentoda çoğunluğu alabileceğine dair sonuçlar verdiğinde de NATO’ya karşı ılımlı açıklamalarda bulunuyordu, iktidara geldiklerinde NATO’nun dağıtılmasını değil dönüştürülmesini hedeflediklerine dair yaklaşımları gündeme getiriyordu. Son tartışma, bu konudaki görüş ayrılıklarının artık uzlaşmaz bir noktaya evrildiğini gösteriyor.

KOMÜNİST PARTİ TEMKİNLİ

Benzer ayrılıklar parlamento dışındaki sol hareketlerde gözleniyor. Birçok sol ve sosyalist grup, Ukrayna’ya karşı saldırının ardından gerçekleştirilen, barış örgütleri, sendikalar ve kiliseler tarafından desteklenen binlerce kişinin katıldığı kitle gösterilerine katılıyor. Kimi kaynaklara göre Pazar günü Berlin’de gerçekleştirilen barış eylemine yarım milyon kişi katıldı. DKP (Alman Komünist Partisi) gibi bazı grupların gerçekleştirdiği, Rusya’nın doğrudan eleştirilmediği, eleştirilse bile bunun dozunun çok düşük tutulduğu, saldırının Ukrayna’da ezilen Rus azınlığın haklarının savunulması amaçlı olduğu tezleriyle ve baş sorumlu olarak da NATO ile ABD’nin gösterildiği protestolara katılım ise çok düşük.

Tabii geniş kitlesel katılımlı eylemlere destek veren sol güçler ve barış örgütleri, NATO ve ABD politikalarına, silahlanma ve silah ticaretine ilişkin eleştirileri devam ediyor. Ancak bunlar Ukrayna’ya destek çağrılarının ve Rusya’ya, daha doğrusu Putin’e yönelik eleştirilerin gölgesinde kalıyor.

ALMAN MİLİTARİZMİ GERİ Mİ DÖNÜYOR?

Dünkü analizimizde Alman hükümetinin, doğal gaz boru hattı Kuzey Akım 2’nin hizmete açılışını iptal ederek, Ukrayna’ya karşı sert yaptırımlara katılarak, Ukrayna’ya doğrudan silah yardımında bulunarak, askeri harcamalara NATO’nun öngördüğü gibi bütçenin en az yüzde 2’sini ayırarak, silahlı kuvvetlerin silahlanması ve teçhizi için ayrıca 100 milyar euroluk borçlanmaya giderek, dış politikada tamamen Amerika’ya tabii olduğunu belirtmiştik.

ABD yıllardır Kuzey Akım hattı ve yüzde 2’lik askeri bütçe konusunu dikte ediyordu, ancak Alman hükümetleri buna yanaşmıyordu. Yaklaşık üç ay önce hükümeti devralan Sosyal Demmokrat Parti’den Olaf Scholz da selefi Merkel gibi bu tavrı sürdürdü. Ancak Rusya’nın Ukrayna saldırısının ardından bundan tamamen vazgeçerek, ABD’nin istediği noktaya gelmişti.

Biz de bu durumu Almanya’nın dış politikada ABD’ye göre görece bağımsız rol üstlendiği ya da üstlenmeye çalıştığı sürecin sonu olarak değerlendirmiştik.

Ancak bu yeni politikayı “Almanya’nın ABD’ye tabii olması” değil, yeniden bir küresel güç olma hazırlıkların ön aşaması olarak görmek de gerekebilir.

Örneğin Almanya’da yaşayan değerli gazeteci Kamil Taylan’ın bu konudaki analizi şöyle:

“Bu rota değişiminin asıl temelinde yatan, Almanya'nın AB politikasını belirleme istemi. Sahayı tümüyle Fransa'ya bırakmak istemiyor. Kısacası uzun süredir kaybettiği 'global player’ rolünü üstlenmek. Bunun da ekonominin yanı sıra ikinci temeli güçlü bir savunma olacak. Üçüncü adımı da, bunu önümüzdeki günlerde göreceğiz, enerji alanında tekrar bağımsızlığa kavuşmak. Kömürle elektrik üretimi süresi sınırsız uzatıldı, bir hafta içinde Rusya'dan petrol alımı nerede ise sıfırladı. Batıdan sıvı gaz ithal edebilmek için jet hızıyla iki veya üç terminal inşaatına başlandı bile. Fransa da yeniden yapılacak atom santrallerine Yeşiller bile itiraz etmedi. Almanya yakında tekrar bir zamanlar dünya çapında önder olduğu atom enerjisine dönerse hiç şaşmam. Önümüzdeki dönem Almanya'nın birçok konuda gündemi belirleyen liderlik koltuklarından birine oturacağı dönem. Barış hareketlerinden bir direniş geleceğini tahmin etmiyorum, çünkü Ukrayna'da izlenen vahşet, diktatörlerin barışla durdurulamayacağını bir kez daha kanıtladı. Tabii bunun sonucunda benim aklıma gelen soru: Qua vadis AB? Avrupa Birliği, ABD’nin yanında yeni bir güç olacak. Bu iyi mi kötü mü? Onu ise zaman gösterecek.”

Gazeteci Kamil Taylan’a, Almanya’nın gelecekteki dünya politikasındaki rolüne ilişkin önemli ipuçları içeren bu değerli analizi için teşekkürler.

Hatırlanacaktır, özellikle birinci soğuk savaşın sona ermesinin ardından, ki bunda da ABD’den bağımsız politikalar geliştiren Willy Brandt liderliğindeki Almanya’nın başlattığı “doğu politikası”nın bir rolü olmuştu, Almanya Avrupa Birliği’nin liderliğini üstlenebilmişti. Bir dönem Avrupa’nın NATO’dan bağımsız savunma mimarisine ilişkin tartışmalar yoğunlaşmış, bu sürede Almanya’nın Fransa ve Hollanda gibi komşu ülkelerle birlikte ortak tugaylar kurmuş, bunların gelecekteki “Avrupa Ordusu”nun çekirdek birlikleri olduğuna dair tezler ileri gündeme gelmişti. Trump’ın “önce Amerika” sloganıyla yönetimi almasının ardından ABD ile Avrupa Birliği arasındaki ilişkilerin kötüleşmesiyle yeniden canlanan bu tartışmalar, Biden’in seçilmesiyle gündemden uzaklaşmıştı.

Kuşkusuz Almanya halen iki dünya savaşından en ağır dersler çıkarmış ülkelerin başında yer alıyor. Ancak aradan çok zaman geçti ve savaşın öğrettiklerinin etkisi azalıyor. Nitekim Scholz’un ilan ettiği silahlanma kararının ardından, merkez sağ kesimler hemen zorunlu askerliğe yeniden ve bu kez kadınları da içerecek şekilde geçilmesi tartışmasını başlattı.

Önümüzdeki günlerde geleneksel paskalya barış yürüyüşşleri yapılacak. Bakalım Alman barış hareketi bütün bu gelişmeleri nasıl karşılayacak?