Daha önce de “tek yılların” sıkıntısından bahsettim

Daha önce de “tek yılların” sıkıntısından bahsettim. Ne Avrupa ne de Dünya Kupası olan, sezon bittikten sonra insanı boşluğa düşüren, yavan yıllar… Çok şükür hem çift hem de Dünya Kupası yılındayız. Bu yılki kupa  ise hepten farklı. Sıradan bir kupa gibi geçip genellikle biz futbolseverleri ekran başına toplayacakken bu kadar gollü ve olaylı olması sayesinde daha geniş kitleler tarafından izlendi sanıyorum. Her ne kadar gecenin geç saatleri de olsa birçok kişi ekran karşısına kitlendi.
Kupanın en şaşırtıcı yönünün Avrupa temsilcilerinin hezimeti olduğunu söylemiştik. Yarı final mücadelesinde ilahi bir adalet geldi ve finalistler Arjantin, Brezilya, Hollanda, Almanya olarak iki kıtaya bölündü. Ve şimdi finalde yine Güney Amerika ve Avrupa futbolu karşı karşıya. Elbette Almanya’nın Brezilya’yı ezip geçtiği maçtan sonra Güney Amerika futboluna methiyeler düzmek ne kadar doğru bilemem ama hiçbir futbol takımının başına vermesin diyorum.  İster milli takım olsun ister gönül verdiğiniz lig takımı, yenilmek ve ezilmek arasındaki ince çizgiyi geçmek her taraftarın kabusudur.  O çizginin geçileceği erkenden anlaşılmış olacak ki Brezilyalı taraftarlar ikinci golden sonra gözyaşı dökmeye, dörtten sonra da stadı terk etmeye başladılar. Talihsizliğe bakın ki ev sahibi olduklarından maçtan sonra ülkeyi değil sadece stadı terk edebildiler. Brezilya basını maçı “tarihi aşağılanma” olarak niteledi; teknik adam Scolari “hayatımın en kötü günü” dedi; Brezilya başbakanı Dilma Rousseff “Her Brezilyalı gibi çok çok üzgün olduğunu” tweetledi. İnsan ister istemez düşünüyor aynı şey Türkiye’de olsaydı ne olurdu diye. Dünya Kupası’na ev sahipliği yapacağız, bir takım bizi 7-1 yenecek ve İstanbul sokaklarında galibiyetini kutlayacak. Utanarak ve üzülerek söylemek lazım ki maalesef kimsenin burnunun kanamaması pek olası değil. Sosyal medyayı bile sallayan sekiz gollük maça karşılık, diğer tarafta Arjantin ve Hollanda arasında maç sıkıntıdan bilek kestirecek türdendi. Portakalları yeniden ulusal arenada izlemenin sevincini ne kadar yaşasak o kadar iyi derken, ekran karşısında uyuyakalacağımız bir oyun izledik.
Sonuçta yüzdük yüzdük finale geldik. Yarı final maçlarından sonra sanırım çoğunluğun favorisi Almanya. Şimdiye kadar oynadığı yedi Dünya Kupası finalinin üçünde kupaya ulaşabildiler. Almanya ve Arjantin arasında oynanacak maça ise “rövanş” demek haksız olmaz zira takımlar şimdiye kadar iki kez hem de art arda final oynadılar.  1986’da da Meksika’da oynanan turnuvada karşı karşıya geldiler ve maç 3-2 biterek kupayı ev sahibi kıtada bıraktı. Hemen bir sonraki kupada İtalya 90’da oynanan final maçını bu kez 1-0 ile Almanya kazandı.
Son günlerin en popüler sözlerinden biri oldu yine “futbolun basit bir oyun olup 90 dakika sürdüğü ve sonunda Almanların kazandığı.” Şöyle bir etrafınıza sorun Alman futbolunu seven kaç kişi var diye? Alacağınız cevap aşağı-yukarı aynı olur: Fizik gücüne ve savunmaya dayalı futbol. Derler ki, sağlam defans anlayışı nedeniyle karşısındaki takıma da futbol oynatmayarak oyunu iyice kitlerler, dizilişleri hep aynıdır, golcü uzunları bile değişmez. Panzerdirler ve mekanik futbol oynarlar. Fakat futbolu daha yakından takip edenler son yıllarda Alman futbolundaki değişikliğe şahitlik etmişlerdir.  Kaldı ki Alman milli takım kadrosuna da bakarsak çoğunluğu Alman takımlardan gelen futbolcular dolayısıyla Almanya ligine bakarak milli takım hakkında konuşmak pek de hata olmaz.
Şimdi Almanya’nın başarısına disiplin diyebilirsiniz, fizik gücü diyebilirsiniz, çoğunluğu Bundesliga’da oynayan birbirini tanıyan ve oyun tarzına aşina oyuncuların bir araya gelmesi  diyebilirsiniz. Fakat sanırım kimse bu yıl onlara sıkıcı diyemez!