Almanya’da gazeteciler var!
Jan Böhmermann

Almanya, geçtiğimiz haftadan beri müthiş bir “araştırmacı gazetecilik“ başarısını konuşuyor. Üstelik bu tarihi başarının bir numaralı kahramanı da kamu televizyon kanallarından ZDF’e mizahi tarzda haber programı yapan bir gazeteci. ZDF için gece yarısı yayınlanan ve ilgiyle izlenen “ZDF Magazin Royale“ programının yapımcısı ve sunucusu Jan Böhmermann ve ekibi, Alman istihbarat örgütlerinin sağ teröre ilişkin en hafif ifadeyle “vurdumduymazlığı“nı bir kez daha kanıtlayan gizli bir raporu ortaya çıkardılar. Arkadaşımız Dilara Ekinci’nin dün gazetemizde yayınlanan haberi bu konuda çok önemli ayrıntılar içeriyor. Böylece NSU (Nasyonal Sosyalist Yeraltı) adı altında faaliyet gösteren, 2000-2006 yılları arasında Almanya’nın dört bir tarafında hemen hepsi Türkiye kökenli 10 kişiyi, aynı tabancayla ve yakın mesafeden kafalarına ateş ederek öldürdükleri tesadüfen ortaya çıkan sağcı teröristlere ve bunları destekleyen kesimlere ilişkin ciddi bir takibat yapılmadığı, bunlarla ilgili birçok önemli dosyanın kaybolduğu ya da kaybedildiği ve halen bulunamadığı, birçok belgenin – hem de örgütün ve eylemlerinin ortaya çıktığı günlerde - imha edildiği bir kez daha kanıtlandı.
Bir kez daha kanıtlandı. Çünkü bu istihbarat raporunda, konuyu yakından takip eden gazeteciler, anti-faşist sivil toplum örgütleri ve özellikle de öldürülen kişilerin aileleriyle, çalışkan avukatlarının şimdiye kadar ortaya çıkardığı, kamuoyuna açıkladığı bilgilerden çok farklı hususlar yer almıyor.

Ancak bütün bunlar sağcı teröristlerin at koşturduğu, istihbaratçılarla şimdiye kadar halen açıklanmayan ilişkiler içinde olduğu Hessen’de, Yeşiller partisinin de ortak olduğu hükümetin 2134 yılına kadar gizli kalması kararlaştırdığı bu raporun ortaya çıkarılıp, yayınlanmış olmasının önemini azaltmıyor.

Hessen hükümeti, bu eyalette muhalefette olan SPD (Almanya Sosyal Demokrat Partisi) ve Sol Parti’nin itirazları ve anti faşistlerin tüm Almanya’ya taşıdıkları protestolar sonucu bu süreyi kısaltmış, eyaletin istihbarat örgütü LfV‘nin (Eyalet Anayasayı Koruma Örgütü) raporuna ilişkin gizlilik süresinin üst sınırını 2034’e kadar indirmek zorunda kalmıştı. Yani Gazeteci Böhmermann ve arkadaşları ortaya çıkarıp, haberleştirmeselerdi ve ilgili herkesin kolaylıkla okuyabileceği bir biçimde yayınlamasalardı bu rapor 12 yıl daha kilitli dolaplarda kalacaktı.

Geçerken belirtelim, Türkiye’den Almanya’yı takip edenler bu gazetecinin adını ilk kez altı yıl önce duymuştu. Böhmermann altı yıl önce programında okuduğu bir şiirle Almanya’nın yakın tarihine kendi adıyla geçen skandala neden olmuştu. Cumhurbaşkanı Erdoğan, Böhmermann hakkında kendisine hakaret ettiği gerekçesiyle suç duyurusunda bulunmuş, ZDF’in merkezinin olduğu Mainz şehrinin savcılığı Alman Ceza Yasası’daki “Yabancı ülkelerin yöneticileri ve kurumlarına hakaret“ maddesi gereğince soruşturma açmış, dönemin Başbakanı Merkel de Böhmermann’ı ve olaya neden olan şiiri kınamıştı. Ancak Almanya’da yoğun bir “basın özgürlüğü“ tartışmasına neden bu skandal daha sonra Böhmermann’ın lehine sonuçlanmıştı. Merkel, bu kınamasının bir “hata“ olduğunu açıklamış, çok sayıda hukukçu, politikacı ve gazeteci sözkonusu ceza soruşturmasına temel teşkil eden maddenin iptal edilmesini talep etmiş ve nitekim 2017’de Federal Meclis’in kararıyla bu madde Ceza Yasası’ndan çıkarılmıştı. Böhmermann’a karşı açılan soruşturma ise bundan bir yıl önce, 2016’da, zaten “kovuşturmaya yer olmadığı“ gerekçesiyle kapatılmıştı.

Hessen eyaleti istihbarat örgütünün gazeteciler tarafından ortaya çıkarılan gizli raporu neyi gösteriyor?

Öncelikle şunu: Sekizi Türkiye kökenli, biri de muhtemelen Türk’e benzetildiği için hedef alınan Yunan kökenli göçmeni (hepsi de ya kendi işletmelerinde çalışan küçük esnaf ya da bu küçük işletmelerin çalışanlarından oluşuyordu) acımasızca öldüren ve bu cinayetleri video kaydına alan, sonunda da iddiaya göre silahlarına el koymak için bir Alman polis memurunu öldürüp, diğerini ağır yaralayan, göçmenlerin işlettiği küçük işyerlerini bombalayıp, çok sayıda insanı yaralayan (bu insanlardan bir bölümü, aradan geçen yıllarda sözkonusu olaylarda aldıkları yaraların etkisiyle yaşamını yitirdi), çok sayıda silahlı banka soygunu gerçekleştiren NSU örgütünün çok da gizli olmadığını.

Kimileri bütün bunları şöyle yorumluyor:

“Bu rapor istihbaratın sağ terör tehlikesinin farkında olmadığını, bu konuda profesyonelce çalışmadığını, yetersiz olduğunu ya da bu tehlikeyi önemsediğini ortaya çıkardı.“

Böyle birşey mümkün olabilir mi? Kimbilir, belki de mümkündür.

Ama konuyu ısrarla takip eden anti faşist kesimler, “hem istihbaratın, hem de polisin zaten bu konuyu önemsemediği“ne işaret ediyorlar.
Başka şeyler de söylüyorlar, örneğin:

1. İstihbarat örgütlerinin kimi üst düzey görevlileri bu konudaki soruşturmaları bilerek sabote etmiş olabilir. Kaybolan yüzlerce dosyayı, imha edilen belgeleri bazı görevlilerin “vurdumduymazlığı ya da dikkatsizliği“yle açıklamak mümkün değil.

2. İstihbarat ve polis, bu konuda istekli ve dikkatli olsaydı, sağ terör daha ilk eylemlerden sonra önlenebilir, silah ve patlayıcı madde depolayan, bunlarla eğitim yapan sağcıları eyleme geçmeden yakalanır ve bu kadar insan yaşamını yitirmezdi.

Nitekim hem NSU cinayetlerinde, hem de Hanau’daki katliamda öldürülen insanların yakınlarının avukatlığını üstlenen Seda Başay-Yıldız’ın bu skandala ilişkin değerlendirmesi de bu doğrultuda. İlgili kurumların “tam bir iflası“nın sözkonusu olduğuna işaret eden Başay-Yıldız, yıllardan beri güvenlik ve istihbarat birimleriyle, başsavcılık ve mahkeme heyetini, olayların tam olarak aydınlatılması için çaba göstermemekle eleştiriyordu. Ancak ortaya çıkan son rapor onu bile “şok“ etmiş. “Yetkililer ortaya çıkan ipuçlarının hiçbirini araştırmamışlar“ diyen Başay-Yıldız, soruşturmayla ilgili bilgilerin gizli tutulmasına ilişkin “istihbarat kaynaklarının korunması“ gerekçesinin de geçersiz olduğunun ortaya çıktığına işaret ediyor. Silahlarla, patlayıcı maddelerle ve bunları depolayan sağcılara ilişkin birçok bilgi toplanmış olmasına rağmen bunların üzerine gidilmediğine dikkat çekiyor.
Son haberlere göre Hessen istihbarat örgütü de bu raporun basına sızması nedeniyle suç duyurusunda bulunarak, savcılığı göreve çağırdı. Bunun üzerine raporun orjinal olup, olmadığını tartışmaya kalkışan Frankfurter Rundschau gazetesi, “Bu suç duyurusu raporun büyük olasılıkla gerçek olduğunu gösteriyor“ demek zorunda kaldı.

İyi ki “araştırmacı gazetecilik“ var, iyi ki anti faşist kamuoyu bu konularda halen duyarlı ve inatçı…

Elbette tüm Almanya’yı, ama öncelikle ülkenin en önemli eyaletlerinden Hessen’i ilgilendiren bu skandaldan bakalım politikacılar nasıl bir sonuç çıkaracaklar.

Kısaca bu skandalın birinci derecede muhatabı olan siyasi güçlere, siyasetçilere ve onların öznesi olduğu olaylara bir göz atalım:

- Sözkonusu raporun 120 yıl boyunca gizli kalmasına çalışan, NSU’nun Hessen’deki eylemleri ve örgütlenmesinin, istihbarat örgütüyle ilişkisinin soruşturulmasını engelleyen en önemli siyasi güçlerden biri, bu eyalette Hıristiyan demokratlarla koalisyon ortağı olan Yeşiller partisiydi. Bir dönem sisteme alternatif birçok örgüt ve bağımsız hareketlerin toplamı olarak ve de “sistemi değiştirmek“ iddiasıyla partileşenlerin örgütü, önümüzdeki yılki eyalet meclisi seçimlerinden de bundan önceki seçimlerde olduğu gibi ikinci güç olarak çıkabilir. Yani son kamuoyu yoklamalarına bakılırsa Hessen Yeşilleri, Hıristiyan demokratlarla 2014 yılında başlayan ortaklıklarını büyük bir olasılıkla 2028 yılına kadar sürdürecekler. Ve bu konudaki tavırlarına ilişkin şimdiye kadar hiç bir özeleştiride bulunmadılar.

- Eyaletin Kassel şehrinde Türk genci Halil Yozgat’ın NSU tarafından kendi işlettiği internet kafede öldürüldüğü sırada (6 Nisan 2006) olay yerinde bulunan istihbarat örgütünün ajanıyla (kendisi gençliğinde “Küçük Adolf“ lakabıyla tanınırmış) ilgili soruşturmayı önleyen İçişleri Bakanı Volker Bouffier, daha sonra 12 yıl boyunca ve kısa bir süre öncesine kadar (2010-2022) CDU-Yeşiller hükümetinin başında oldu, yani eyalet başbakanıydı. Her zaman bu konuda doğru tavrı aldığını savundu.

- Hessen Eyalet Meclisi’nde NSU’yla ilgili faaliyetleri ve iddiaları soruşturmak üzere kurulan soruşturma komisyonunun (2015-18) etkin bir biçimde çalışması hem CDU, hem de Yeşiller tarafından engellenmişti. Muhalefetteki SPD ve Sol Parti, komisyonun sonuç raporunu imza koymayı reddederek, protesto etmişlerdi. Yayınlanan son rapor da bu komisyonun çalışma döneminde hazırlanmıştı.

- Eyaletin istihbarat örgütüne, 2012 yılında geçen hafta ortaya çıkan bu raporu hazırlama talimatını veren ve rapor hazırlandıktan sonra 120 yıl boyunca gizli tutulması girişiminin birinci derecede sorumlusu olan dönemin İçişleri Bakanı Boris Rhein da mayıs ayı sonundan bu yana Hessen’in Başbakanı, yani CDU-Yeşiller koalisyonunun başı. Rhein, raporun ortaya çıkmasıyla ilgili bizzat bir açıklama yapmadı, ama onun bu konuda en azından partisinin önde gelen isimlerinden birinin yaptığı “basın özgürlüğünün sınırlarının ihlal edildiği“ eleştirisini paylaştığı ortada.

- Sosyal demokratlar ise halen Hessen’de muhalefette ve Sol Parti’yle birlikte, bu eyalet sınırları içinde daha sonra meydana gelen sağ terör eylemlerinin (19 Şubat 2020’e Hanau’da dokuz göçmen gencin öldürüldüğü katliam ile 1 Haziran 2019’da göçmenlerin sığınma hakkını savunan Hıristiyan demokrat politikacı ve Vali Walter Lübcke’e suikast) araştırılması için meclis soruşturma komisyonlarının oluşturulması için sıkı mücadele vermişlerdi ve halen devam eden bu komisyonların en çalışkan üyeleri arasındalar. Öte yandan o zamanlar da, şimdi de bu eyaletteki sosyal demokratların başkanı olan Nancy Faeser, bu yılın başından beri tüm Almanya’nın içişleri bakanı. Yani bütün bunları araştırmakla görevli polis ve istihbarat teşkilatlarının en üst düzey yöneticisi. Şimdiye kadar bu konuda sessiz kalmayı başardı. Ancak Federal Başbakan Olaf Scholz’un bu konudaki olumsuz tavrına bakıp (Scholz, basının bu skandal raporu yayınlanamasından “hiç de memnun olmadığı“nı açıklamıştı), İçişleri Bakanı’nın da aynı görüşte olduğunu kabul edebiliriz.

- Bu arada bir de Hessen Eyalet Meclisi’nde halen çalışmasını sürdüren Hanau katliamıyla ilgili Soruşturma Komisyonu kamu makamlarının sağ terörün aydınlatılması konusunda “isteksiz“ ya da “engelleyici“ davrandığı yolundaki eleştirileri doğrulayan bir çıkışta bulundu. Komisyon Başkanı SPD’li Milletvekili Marius Weiss, defalarca yaptıkları talepleri yerine getirmeyen Başsavcılığı Federal İdare Mahkemesi (Yargıtay) nezdinde şikayet ettiklerini açıkladı. Savcılığın Komisyon tarafından talep edilen dosyaların bir bölümünü okunmaz halde gönderdiğine ve böylece “sözkonusu dosyaların teslimatı yükümlülüğünü yerine getirmediği“ne işaret eden Başkan, Yargıtay’a başvuru kararının komisyon üyelerinin oy birliğiyle alındığını da açıklamasına ekledi. Anlaşılan başsavcılığın bu tavrı, komisyonun CDU’lu, Yeşil ve hatta aşırı sağcı parti AfD’li üyelerini bile rahatsız etmiş.

- Bütün bu süreçlerde sağ terörle ilgili tüm gerçeklerin ortaya çıkması için mücadele eden, bunu yaparken aynı amaçla faaliyet gösteren anti faşist örgüt ve vatandaş insiyatifleriyle, teröre hedef olan bireylerin yakınlarıyla yakın ilişkide olan Sol Parti’nin (Die Linke) çabaları ise maalesef kendi içindeki yıkıcı tartışmaların da gölgesinde kaldığı için kamuoyuna ulaşmıyor. Nitekim sözkonusu raporun ve kamuoyuna kapalı tutulan diğer belgelerin de ele alındığı NSU Soruşturma Komisyonu çalışmaları sırasında, bunların gizli kalmasına karşı mücadele eden Sol Parti’nin hem o dönemki açıklamaları, hem de son skandalın ardından yaptığı açıklamalar medyada yer almadı bile. Sol Parti’nin son açıklamasında sözkonusu dosyaların kamuoyuna açıklanması için gerçekleştirilen imza kampanyasını 130 bin kişinin desteklediğini hatırlatıldı, hükümetin bunları dikkate almamasının utanç verici olduğunu bir kez daha duyuruldu. Kendilerinin de bu amaçla yoğun çaba gösterdiklerine işaret edilerek, tüm NSU dosyalarının kamuoyuna açık bir biçimde arşivlenmesi çağrısı ve istihbarat örgütüne yönelik eleştirileri yinelendi: “Ülke içi istihbaratla görevli ‘Anayasayı Koruma Örgütü‘ anayasayı korumuyor, aksine tehdit ediyor. Derhal ilga edilmelidir.“

***

“Ben öldürülen çocuklarımın başıyım, siz de de Alman devletinin. İkimiz de çocuklarımızın geriye değil, ileriye bakmasını sağlamalıyız“ demişti Mevlüde Genç, Almanya Cumhurbakanı Frank-Walter Steinmeier’e bir keresinde.

Mevlüde Genç, Almanya’daki Türkiye kökenli göçmenlerin en acılı bireyi “Mevlüde Ana“ artık yok. Dile kolay, yaklaşık 30 yıl önce, 29 Mayıs 1993 günün gecesi Solingen’deki evlerinin sağcı teröristler tarafından kundaklanması sonucu ailesinden beş kişiyi yitirmişti Mevlüde Ana. Federal Almanya Cumhuriyeti tarihindeki bu ilk toplu katliamda Mevlüde Ana’nın iki kızı, iki torunu ve bir yeğeni ölmüş, bir oğlu da yaşamı boyunca kendisine eşlik edecek ağır yaralar almıştı. Olayın ardından yakalanan faşist katillerin yargılandığı mahkemede karşısında da, acısını paylaşmak üzere kendisini ziyaret eden devlet adamlarıyla, politikacılarla konuşurken de, kamuoyuna seslendiği anlarda da her zaman özünde Steinmeier’e söylediklerine benzer mesajlar vermişti. Hiç bir zaman ağzından “nefret, kin“ taşıyan sözler çıkmamıştı ve bu duruşu nedeniyle haklı olarak Alman kamuoyunun saygısını, hayranlığını kazanmıştı.

“Türkiye’de doğdum, Almanya’da doğdum“ diyerek de modern çağın göçmenlerinin “çok kimlikli yaşam“ gerçeklerine işaret etmişti kendince.
Mevlüde Ana, 30 Ekim’de son nefesini verdi. 79 yaşındaydı.

Önceki gün de Solingen’deki o uğursuz gecede çocuklarının, torunlarının katlediliği yerde düzenlenen bir hüzünlü bir törenin ardından, onların toprağa verildiği Amasya’nın Mercimek köyünde, onların yanındaki yerini almak üzere son yolculuğuna uğurlandı.

Kendisini sevgiyle ve yaşamının son 29 yılını kendi deyimiyle “yaşayan bir ölü“ haline getiren büyük acısına rağmen yaptığı “barış içinde bir gelecek“ çağrısıyla anacağız.

Elbette onun dediği gibi “geçmişe takılıp kalmamak“ ve “geleceğe bakmak“ gerekiyor.
Ama geçmişi unutmadan.

Almanya’da, tabii sadece Almanya‘da değil, dünyanın birçok ülkesinde de, eli kanlı sağcı teröristlerin, her fırsatta “şiddete karşı oldukları“nı açıklayan sağcı politikacıların açtağı yollardan ilerlediklerini unutmadan.

Nasıl unutalım? Solingen’deki katliam, Almanya’daki merkez sağın sığınmacı göçmenlere karşı kışkırtıcı propogandaları ve ana akım medyanın “gemi artık doldu“ diyerek yürüttükleri kampanyalarının sonucu olarak gerçekleşmişti.

Solingen katiamı sanıklarının yargılandığı davayı başından sonuna kadar izleyen gazeteci arkadaşlarımız Alaverdi Turan ve Metin Gür’ün kaleme aldığı kitap “Solingen Dosyası“ bunun belgeleriyle dolu bir eserdir. Onların işaret ettiği hususlar dikkate alınsaydı, belki de ondan sonraki katliamlar önlenebilirdi.

Bu vesileyle bugünkü yazıda sözü geçen cinayetlerde, katliamlarda yaşamını yitiren insanlarınızın isimlerini tekrarlayarak, onların anısını “unutturmayacağımızı“ bir kez daha vurgulamış olalım…

Solingen Katliamı (29 Mayıs 1993): Gürsün İnce (28), Hatice Genç (19), Gülüsten Öztürk (12), Hülya Genç (9) ve Saime Genç (5).

NSU cinayetleri (2000-2006 yılları arasında): Enver Şimşek (Nürnberg), Abdürrahim Özüdoğru (Nürnberg), Süleyman Taşköprü (Hamburg), Habil Kılıç (Münih), Mehmet Turgut (Rostock), İsmail Yaşar (Nürnberg), Theodoros Boulgarides (Münih), Mehmet Kubaşık (Dortmund), Halil Yozgat (Kassel), Michèle Kiesewetter (Heilbronn).

Hanau Katliam (19 Şubat 2020): Gökhan Gültekin (37), Sedat Gürbüz (29), Said Neshar Hashemi (21), Mercedes Kierpacz (35), Hamza Kurtoviç (22), Vili Viorel Paun (22), Fatih Saraçoğlu (34), Ferhat Unvar (24), Kaloyan Velkov (33).

Ve bu yazıda sözü edilmeyen diğer cinayet ve katliamlarda yaşamını yitiren onlarca insanı unutmayalım…