Almanya’dan Haydar Ergülen geçti!

Çağdaş Türkiye şiirinin önde gelen isimlerinden, gazetemizin yazarı Haydar Ergülen’in göçmenleri, göçmenliği sevdiğini biliyoruz “Şarkılı Alfebe” kitabında “göçmen”e ayırdığı bölümde yazdıklarından. Şöyle diyor: “Şairin iyisi diyelim göçmen ruhu taşır ve ruhu göçmen okuru iyiliğiyle tanıştırır”.

Bir de “İnançlı olsaydım, Tanrı bizi cennette göçmenlerle komşu etsin derdim, çünkü onlar da melektir!” diyor. Belki de o nedenle topu topu dört-beş güne sıkıştırılan yoğun bir program için Almanya’ya geldi. Daha önce sık sık yaptığı gibi burada düzenlenen bir edebiyat festivaline, bir şiir, yazım atölyesine katılmak için değil. Onu ve şiirini sevenlerle, yoldaşlarıyla biraraya gelmek üzere... Ergülen 8-12 ekim tarihleri arasında Almanya’nın kökenli göçmen nüfusunun yoğun olduğu Hannover, Hamburg, Berlin ve Frankfurt gibi dört büyük metropolde göçmenler içinde onu, şiirini sevenlerle, onunla tanışmak, tartışmak isteyenlerle biraraya geldi.

Şiir ve sohbet dolu “turnesi”ni tamamlayıp İstanbul’a dönmeden önce kendisinden bu günlerin bilançosunu çıkarmasını dilediğimizde şöyle dedi:

“Yurtdışında, Türkiye’den gelen insanlarla birlikte olduğum yegane yer Almanya. Bunun dışında yabancı festivallere ve etkinliklere katılmak üzere yurtdışında oluyorum. Bu üçüncü ya da dördüncü gelişim. Berlin, Hannover, Hamburg, Frankfurt ve birkaç başka şehirde bulundum. Ziyadesiyle hoşnutum bundan, çünkü Türkiye’deki etkinlikleri aratmıyor. Hatta belki de buradaki uzaklıktan ötürü, soruların niteliği daha daha üste çıkıyor. Hem sohbetler daha iyi oluyor, daha keyifli hale geliyor. Ben ya da başka arkadaşlarımın daha sık gelmesini dilerim. Buradaki okuyan, en azından Türkiye’deki şiiri, edebiyatı merak eden insanlar için yararlı olduğunu düşünüyorum. Bir de biz orada yaşadığımız için şiirdeki, edebiyattaki tartışmaları, gelişmeleri aktarma olanağımız da oluyor. O nedenle de hoşuma gidiyor.”

Biz de onu burada selamlamaktan, onunla sohbet etmekten, şiirini ondan dinlemekten, onun alçakgönüllüğüne, dostluğunu “ziyadesiyle hoşnut olduk”. Bu en azından bizzat katıldığım Frankfurt buluşması için öyle... Toplantının ardından konuştuğum, değerlendirmelerini aldığım herkes hemen hemen aynı hoşnutluk içindeydi.

Ergülen’in öğrencilerinden Yalın Gündüz’ün sunumuyla gerçekleşen şiir ve sohbet buluşması Frankfurt’ta uzun yıllar faaliyet gösteren “Felsefe Kulübü” ile “Haziran Kültür Evi”nin işbirilğiyle gerçekleşti. Frankfurt, Ergülen’in daha önce kitap fuarları, benzeri etkinlikler ve bir kez de Eskişehir’le, yani onun doğduğu halen kopamadığı memleketiyle kardeş şehir olması vesilesiyle gidip-geldiği, bildiği bir kent. Çok eski yıllara dayanan tanışıklıkları da burada. Onlardan bir bölümü de katıldı buluşmaya. Örneğin Ergülen’in üniversiteden arkadaşı, onun “şairlik” kariyerinin ilk günden beri tanığı olan Şükran Yiğit geldi. Edebiyatla yakından ilgili olanlar bilir, Yiğit geçtiğimiz yıl son kitabı “Burası Radyo Şarampol” ile Atilla İlhan Roman Ödülü’nü almıştı. Konuklar arasındaki Yüksek Mimar Hasan Çakır da Ergülen’in yakın tanıdıklarından. Çakır da yıllardır dil, mimarlık tarihi başta olmak üzere yayınladığı yazılarıyla, kitaplarıyla biliniyor. Ama Frankfurt’lular onu aynı zamanda 32 yıl önce Frankfurt’ta yitirdiğimiz, 12 Eylül faşizminin sürgünlerinden büyük sanatçı Sümeyra’nın anısını yaşatmak üzere her yıl düzenlediği kültürel etkinliklerin “mimarı” olarak tanıyor.

almanya-dan-haydar-ergulen-gecti-1076761-1.

Ergülen’in sohbet sırasında çok sevdiği Sümeyra Çakır’dan sözederken o zamana kadar salonda bulunduğunu bilmediği Hasan Çakır’la selamlaşması çok şık oldu. Başka dosları da vardı salonda, örneğin onun önceki yıllarda Frankfurt Halkevi’ndeki sohbet akşamını düzenleyen dönemin Halkevi Başkanı Hıdır Yılmazer de gelmişti. İkisinin de kökenleri Sıvas Divriği’ne uzanan arkadaş da Frankfurt’ta buluştular. Ve çok sayıda şiir seveni, yoldaşı da gelmişti Ergülen’le buluşmaya...
İlk şiir kitabı “Nazım Okuyan Çocuk” kısa bir süre önce yayınlanan Dr. Yalın Gündüz’ün ustalıkla hazırladığı sorularla başlayan sohbet, daha sonra aralarında kendileri de şiir yazan, şiir kitabı yayınlayan şairlerin de bulunduğu konukların sorularıyla ve konuğumuzun alçakgönüllülükle yanıtlarıyla devam etti. Tabii bu arada toplantının misafirlerinin yaş gününün arefesine geldiğini bilen ev sahibi Haziran Kültür Evi’nin kutlama sürprizine de yer açıldı. Ergülen bu sürprizi, “bu yaşgünleri artık çok olmaya başladı!” sözleriyle karşıladı. Haklı, artık o da “yaşlı insan” kategorisine yaklaşanlardan. Merak edenler için buraya kaydedelim, doğum günü 14 Ekim 1956, yani yaşlı sayılmak için 14 yılı kalmış...

Peki neler konuşuldu toplantıda? Şimdiye kadar 54 kitabı çıkan Ergülen’i takip edenleri, ki gazetemiz okurlarını onlar oluşturuyordur büyük olasılıkla, ayrıntılara boğmaya gerek yok. Ama bir iki ipucu da verebiliriz. Örneğin “ustalık” değerlendirmesine hemen itiraz etti. “Şiirde aslonan kalafalıktır” dedi ve hiçbir zaman usta olmamaya çalıştığını, “önünün açık olması için” kalfalığı sürdürdüğünü vurguladı. Yazıyı, şiiri bir “borç ödeme” olarak gördüğünü söyledi, “Bizden önce yazanlara borcumu ödemeye çalışıyorum” dedi. Ve bunu “çok okuyarak, çok izleyerek” yaptığını söyledi. “Şair doğulur mu, olunur mu?” sorusu üzerine kendisinin “anadan değil, babadan şair” olduğunu söyledi, baba tarafından gelen Alevi-Bektaşi kökeninin şiiri üzerindeki etkisini anlattı bu arada. Şiirin “itirazlarla, egemenlerin baskılarına, engellemelerine direnerek, kendisinden öncekileri aşarak ilerleyen bir şey” olduğuna işaret etti, kendisi için 20’nci yüzyılın şairinin Nazım Hikmet, 21’nci yüzyılın şairinin Küçük İskender olduğunu söyledi, “Biz görmeyeceğiz ama” dedi ve 22’nci yüzyılın şairinin Alevi ve Kürt kökenli olacağı öngörüsünde bulundu. Bu arada Gezi Direnişi’ni de “Türk şiirinde Üçüncü Yeni” akım olarak değerlendirdi. Son olarak da uzun yıllardır hapislerde çürütülen şairler İlhan Sami Çomak (28 yıldır hapiste) ve Cengiz Sinan Celik’le (25 yıldır hapiste) dayanışma çağrısında bulundu.

Girişte belirttiğimiz gibi bu yoğun gezisinin son günü değerli yazarımızla Almanya ve Almanya'daki göçmen edebiyatı üzerine de konuşma, bu etkinliklere ilişkin değerlendirmesini alma şansımız oldu.

Bu vesileyle kendisine yönelttiğimiz sorular ve verdiği yanıtlar da şöyle:

>> Avrupa’ndaki çeşitli ülkelere zaman zaman gelip, şiirli sohbetlerin konuğu oluyorsunuz. Buradaki toplantılardan, sana gelen sorulardan, sohbetin düzeyinden mutlu olabiliyor musun? Türkiye’deki benzer etkinliklerle karşılaştırır mısınız?

Aslında yurtdışında, Türkiye’den gelen insanlarla birlikte olduğum yegane yer Almanya. Bunun dışında yabancı festivallere ve etkinliklere katılmak üzere yurtdışında oluyorum. O nedenle bu soruyu sadece Almanya ölçeğinde yanıtlayabilirim. Bu üçüncü ya da dördüncü gelişim. Berlin, Hannover, Hamburg, Frankfurt ve birkaç başka şehirde bulundum. Ziyadesiyle hoşnutum bundan, çünkü Türkiye’deki etkinlikleri aratmıyor. Hatta belki de buradaki uzaklıktan ötürü, soruların niteliği daha daha üste çıkıyor. Hem sohbetler daha iyi oluyor, daha keyifli hale geliyor. Ben ya da başka arkadaşlarımın daha sık gelmesini dilerim. Buradaki okuyan, en azından Türkiye’deki şiiri, edebiyatı merak eden insanlar için yararlı olduğunu düşünüyorum. Bir de biz orada yaşadığımız için şiirdeki, edebiyattaki tartışmaları, gelişmeleri aktarma olanağımız da oluyor. O nedenle de hoşuma gidiyor.

>> Sizi, şiirlerinizi burada da çok seviyorlar. Tabii bu iyi bir şair olduğunuz için, toplantıda söylediğiniz gibi şanslı olduğunuz için değil. Memleketten bu kadar uzakta, Türkçe’nin günlük yaşamın çok kenarında olduğu bir ülkede sizi ve şiirinizi karşılayan bu sevgiyi nasıl değerlendiriyorsunuz?

İyi bir şair olmak. Teşekkür ederim. İyi yazmaya çalışıyorum ama bu her zaman iyi bir şair olmak anlamına gelmiyor. Umarım iyi şiirlerim vardır. Bazen de şöyle düşünüyorum. Buradaki ilişki sadece şiirle sınırlı değil. Sadece şiire bağlı bir ilişki değil. Hem yaşım gereği, hem de burada etkinlik yaptığımız yerlerdeki arkadaşlarımızla siyasi ilişkilerimizin, yoldaşlık ilişkisi diyelim, onların da hiç kuşkusuz payı var bunda. Türkiye’de aynı dönemi, aynı yılları yaşamış olmanın da payı var. Ve okuduğum şiirlerde o döneme değinmeler var. 80 öncesine ilişkin. Bunların da payı olduğunu düşünüyorum. Ama o yandan burada ya da Türkiye’de ya da başka yer için şunu söyleyebilirim. Türkçe ana dilim. Ondan çok şey aldım, alıyorum. O nedenl insan yazdığı diline borcunu ödemek istiyor. Bu da en çok şairleri ilgilendiren birşey. Diğer edebiyatçılar da öyle hiç kuşkusuz. Ama şiir form olarak, biçim olarak, öz olarak da diğerlerine göre daha minimal bir tutum olduğu için dilin önemi daha çok ortaya çıkıyor. Ve Türkçe’ye, dile özen göstermek hatta ona katkılarda bulunmak gerekiyor. Hem sözcük olarak, hem yeni söyleyişler olarak, dili zenginleştirmek de aslında hepimizin, ama şairlerin özellikle görevi.

>> Almanya’ya Türkiye’den işgücü göçünün 60’ncı yılını geride bırakıyoruz. Buradaki Türkiye kökenli göç toplumunun okuma-yazma açısından en ilerisi kesimleriyle buluşuyorsun. Ama yüzbinlerce başkaları da var. Onları tanıma, gözleme, onlar hakkında kafa yorma fırsatı oldu mu?

Babam da Almanya’da üç yıl çalıştı. Nürnberg’de, 1970, 71, 72’de çalışmıştı. İlk o zaman gelmiştim. O zamanki Türkiye’den gelen profille, şimdiki tamamen karşıt. O zaman da gözleme olanağım oldu. Sonra da sadece Türkiye’den gelenlerin düzenlediği etkinliklere değil, Almanya’dak diğer edebiyat etkinliklerine, atölyelerine de katıldığım için epey gözleme olanağım oldu. Bir defa yapı çok değişmiş. Türkiye’de olduğu gibi burada da. Ne yazık ki onlara ulaşma şansım olmuyor. Şöyle bir şey olmuştu. Bundan beş-altı yıl önce beni Almanya’dan bir üniversite çalışan bir Türk öğretim üyesi, şiir dersi veren bir hoca beni davet etmek istedi. Kentin ve üniversitenin adını vermiyorum. “Hocam şiir konusunda öğrencilerle görüşmek üzere gelir misiniz?” diye sordu. “Tabii ki gelirim” dedim. Aradan dört-beş ay geçti, o hanım beni tekrar aradı, dedi ki “Hocam, çok üzgünüm, sizi çağıramıyorum”. Nedeni de öğrenciler “Haydar Ergülen’in şiiri, haram şiir. O yüzden istemiyoruz” demişler. Bunu bana söyleyen ve davet eden hoca da aynı zamanda başörtülü, tesettürlü bir hanım. O da çok şaşırmış. Ben laik bir insanım, hoca başörtülü, öbürleri nasıl öğrencilerse artık, şiirin haram olduğunu düşünmüşler. Bu ilk defa duyduğum bir şeydi. Hoca da öyle. Haram şiir yazıyoruz.

Geçen yıl Türkiye’den Almanya’ya göçün 60’ncı yılıydı. İtalyan Türkolog bir arkadaşım var, Lea Nocera, Napoli’de hoca kendisi. Bilgi Üniversitesi Yayınları’ndan bir kitabı çıktı. Kitabın adı uzun hatırlayamadım (“Manikürlü Eller Almanya’da Elektrik Bobini Saracak / Toplumsal Cinsiyet Perspektifinden Batı Almanya’da Türk Göçü / 1961-84). Onunla bir söyleşi yaptım, “zoom” üzerinden Eskişehir Tepebaşı Belediyesi için. Orada mesala, o yıllarda gelen, sonra da burada çalışmaya devam eden kadınlarla yapılan söyleşilerden yola çıkarak oluşturduğu bir kitap. O zaman tek başına kadınlar da geliyor buraya. Kocaları sağlık ya da başka sorunlar nedeniyle gelemiyor örneğin. O zamana ve şimdiye baktığımda iki ayrı Türkiye’yi görüyorum. Ve hiç kuşkusuz o zamanları özlüyorum.

>> Almanya “şairler, düşünürler, yazarlar ve sanatçılar” ülkesi olarak da bilinir. Sadece Hitler’in anavatanı olarak değil. Tabii bir de “mucitler ülkesi”dir. Bunu siz de çok iyi biliyorsunuz. Şair, düşünür, yazar ve sanatçı Almanya’sı dendiğinde sizin aklınıza gelen ilk isimleri hangileri?

Sadece Almanlar değil, Almanca yazanlar da geliyor aklıma. Yani Thomas Mann da geliyor, Rilke (Rainer Maria) de geliyor. Heinrich Böll de geliyor, Bachman da (Ingeborg) da geliyor. Bir de yeni kuşak Alman yazarlar, şairler var. Ve çok iyi yazıyorlar. Mesala Jenny Erpenck isimli bir kadın yazar var. Türkçe’de üç kitabını okudum. Harika yazıyor. Bir de sonradan Ortadoğu’dan göç sebiyle, oradaki savaş sebebiyle gelip, Almanca yazanlar var. Örneğin Filistinli kadın yazar Adiana Shibli. Ve başkaları. Tabii Nietzsche’den başlayarak pek çok Alman filozofu geliyor akla. Pek çok besteci geliyor. Yani o konuda Almanya gerçekten “ülkesi” değil, “yazarlar, şairler, edebiyatçı, sanatçı, müzisyen, cenneti” demek lazım.

>> Almanya’daki göç edebiyatını takip ediyor musunuz? Tabii burada ciddi bir tanımlama sorunu var ama yine de bu kavramda kalalım. Almanca yazan Türkiye kökenli yazarlar, ozanlar, şairler, düşünürler var. Türkçe yazanlar da. Her iki kesim de bu ülkedeki edebi yaşamı – tabii bizce – güzel eserleriyle ya da açtıkları tartışmalarla zenginleştiriyorlar. Örneğin bu yılki Kitap Ödülü’nün – gelecek hafta Kitap Fuarı’nda açıklanacak – altı finalisti arasında Almanca yazan – kendisi gazetecidir aynı zamanda - Fatma Aydemir de var, “Cinler” başlıklı romanıyla. Ya da gazeteci-yazar Deniz Yücel’in Almanya Pen’i sarsan son kavgasını hatırlayabiliriz. Bu alandaki devinimi Türkiye’den izleyebiliyor musunuz?

İzliyorum. Bir defa herşeyden önce iyi bir okurum. Daha iyi bir okur olmaya da çalışıyorum. Daha gencim.. O yüzden gerek bizim edebiyatımızı, gerek Almanca yazanları, tüm dünya edebiyatında olduğu gibi, izlemeye çalışıyorum. Bir de Türkiye’de üç tane uluslararası festival yönetiyorum. İkisi şiir, biri edebiyat festivali. O nedenle hem başka ülkelerden şairleri, yazarları, hem de Almanya’dan bizim Türkiye’li ve Türkiye’den giden arkadaşları da çağırmaya çalışıyorum. Tabii eski kuşaklardan Emine Sevgi Ödamar, Aras Ören, Yüksel Pazarkaya var. Sonra bizim kuşaktan, uluslararası yetkin bir isim, Zafer Şenocak var. Zafer mesela Türkçe’yle sınırlı bir şair ve yazar değil, uluslararası bir yazar bence. Sonra onu pek izleyemedim ama Akif Pirinççi, polisiye yazarı. Sonra bizim arkadaşımız Esmehan Aykol var, Türkiye’den arkadaşımdır. Bir de daha sonraki kuşaklardan şairler var. Dinçer Güçyeter var mesela. Sonra Özlem Özgül Dündar var. O tamamen Almanca yazıyor. Pek çok yazar var. Son aylarda bir roman okudum. İmran Ayata’nın “Dersim Alexanderplatz” romanını. Deniz Utlu, Ayrıntı’dan bir kitabı çıktı. Şu anda onu okuyorum. Başka okuduklarım da var, şu anda adlarını hatırlamıyorum. Bu edebiyat beni çok ilgilendiriyor.

>> Türkiye’de yazarlar, şairler, düşünürler ve sanatçılar arasında "herşeye rağmen yurdunu terketmeyenler" ile yurt dışına, sürgüne gidenler, gitmek zorunda kalanlar ve orada kalanlar arasında bir hiyerarşi var mı?

Sonuç olarak buraya gelenler de, ben de dahil Türkiye’de yaşayanlar da arkadaşımız. Aynı siyaset, aynı anlayış, arzu, istek ve özlemlerle hareket ediyoruz. Buraya iş nedeniyle gelenler de var. Örneğin Barış Pirhasan. Benim çok sevdiğim, çok iyi bir şair, aynı zamanda yönetmendir. O mesela çok yıllar önce gelmiştir. Son yıllarda yeni bir dalga oldu, sinemacılar, yazarlar da geldi. Ama ben bunun geçici bir hal olduğunu düşünüyorum. Öyle inanmak istiyorum. Yani yoksa bu kalıcı bir halse, biz de kendi ülkemizde hiç rahat edemeyeceğiz demektir. Kendini sürgün etmek ya da sürgüne zorunlu olmanın geçici bir hal olduğunu düşünüyorum. Bunun mutlaka değişmesi gerektiğini, bunun için daha çok çabalamamız gerektiğini düşünüyorum. Yoksa bunun sonu alınamaz. Bir süre sonra da ortada edebiyat yapma, sanat yapma olanağımız kalmaz. Bu sadece edebiyatı ilgilendiren değil, toplumun büyük bir kesimini ilgilendiren bir sorun.

almanya-dan-haydar-ergulen-gecti-1076762-1.

>> Siz Eskişehirlisiniz. Eskişehir’in hayatınızda büyük bir rolü var. Bu son Almanya gezinizin son durağı Frankfurt’ta Eskişehir’in kardeş şehri. Siz de bu sürece başından beri eşlik ettiniz. Sizin bu konudaki düşüncelerinizi alabilir miyizi?

“Eskişehir haftası” yaptılar yıllar önce. Eskişehir’den şairler, müzisyenler çağırdılar. Beni de davet ettiler, sağolsunlar. Burada Eskişehir’i tanıtan bir hafta geçirdik. Almanlara Eskişehir’i anlatmaya gayret ettik. Eskişehir tabii Türkiye’de kardeş olunabilecek en iyi şehirlerden biri. Ayrıca benim zaten şöyle bir sloganım var: “Türkiye, Eskişehir olsun!” Bu sloganı ben hem yazdım, hem belediye başkanları seçim propogandalarında kullandılar. Öyle istiyorum. Çünkü melez bir şehir. Göçmenin çok olduğu bir şehir. Farklı kültürlerin, dillerin, mehzeplerin olduğu bir şehir. Böyle güzel bir melezlik var. Dışarıya da yansıyor. Bir de Eskişehir’in Tepabaşı ilçesinin Berlin’den bir kardeş şehri var, Köpenick. Türklerin, Türkiye’nin Almanya’yla ilişkisi cumhuriyetle sınırlı değil, daha önceden başlayan birşey. Tabii işçi göçüyle de devam ediyor bu. Sanatçılarımız, yazarlarımız da geliyor. Almanya’yla üvey kardeş gibiyiz. Hani üvey kardeşler bazen birbirine uzak, bazen yakın olur, birbirini bulur, kaybeder. Öyle bir şey.

>> Almanca da bir kavram var bu duruma uyan: “Hassliebe” yani “birine ya da bir şeye nefret ve sevgi bir arada”...

Aşk gibi bir şey yani.. Almanya şiire, sanata çok önem veren, çok yatırım yapan bir ülke. Yani bu tutumun da bizim ülkemize örnek olmasını dilerim. Sanatçıları ayırmadan tabi. “Kültürel iktidar” denen şey bir ülkenin bir kesimini kapsamaz. O ülkede yazan, çizen, siyasi görüşü, inancı, anlayışı ne olursa olsun, o dilde yazan, üreten herkesi kapsar. Ama şimdi tabii biliyorsunuz, söyleyip duruyar ya, “Biz iktidar olduk ama kültürel iktidar olamadık diye!” Bu çok tehlikeli ve çok yanlış bir tutum. Sen bütün bir cumhuriyet edebiyatını, onu kuramları bir tarafa atıyorsun ve neredeyse sıfırdan bir kültür kurmaya çalışıyorsun. Edebiyat, şiir öyle 20, 30 yılda kurulacak bir şey değil ki. Bir de devlet zoruyla, hükümet isteğiyle olacak şey de değil. Aksine hükümete, devlete, rejime rağmen kurulan birşey. Sanıyorlar ki Türkiye Cumhuriyeti baştan beri solcuları destekledi, o yüzden de bugün solcu yazar, şairler çok. Öyle bir şey olur mu? Nazım Hikmet’e, Sabahattin Ali’ye, diğerlerine bak. Hepsi sürgünlerde yaşayan, hapislerde yatan, öldürülen adamlar. Bu insanlar rejime rağmen büyük şairler, yazarlar oldular.

>> Bu hafta Uluslararası Frankfurt Kitap Fuarı, pandemi döneminin sınırlamalarından kurtularak, yeniden fiziki ortamda gerçekleştirilecek. Siz de geçmişte bu fuarı ziyaret eden yazarlar ve yayıncılar arasında yer alıyorsunuz. Ama bu sene yoksunuz...

Frankfurt Kitap Fuarında en sevdiğim şey, çeşiti ülkelerden şairlerle tanışmaktı, bunu özlediğimi söyleyebilirim.

>> Ay başında Nobel Edebiyat Ödülü’nün Fransız Yazar Annie Ernaux’a, Frankfurt Kitap Fuarı’nın büyük ödülü de (Alman Yayıncılar Birliği’nin Barış Ödülü) önümüzdeki hafta Ukraynalı Yazar Serhij Zhadan’a verilecek. Siz de birçok ödül alan ve ödül veren bir edebiyatçısınız. Son ödülleri ve genel olarak diğer ciddi edebiyat ödüllerine, bunların objektifliğine ilişkin biz sıradan okuryazarlara bir değerlendirme ölçüsü verir misiniz?

Annie Ernaux sevdiğim bir yazar, Nobel kazanmasına sevindim, ama kazanmayan ve daha çok sevdiğim pek çok yazar var. Her ödülün 'günün anlam ve önemi'ni gözettiğini de biliyoruz artık! Edebiyat da doğası gereği olup biten her şeyden etkileniyor.

ERGÜLEN TANIKLIĞINDA GÖÇ VE SÜRGÜN

Bu arada Sevgili Ergülen’in “Nişanlılar İçin Şarkılı Alfabe” adıyla yayınladığı lugatte göç ve göçmenlikle ilgili kavramlar da yer alıyor. Yeri gelmişken burada onlardan bazılarını ödünç alıyoruz...

GÖÇMEN: “Kuşlar toplanmışlar göçüyorlar / Keşke yalnız bunun için sevseydim seni” diyen de bir “göç”kündü. Bu yüzden de sevmiştik onu, seviyoruz. Demek ki bazı şairleri şiirlerini okumadan önce tanıyoruz. Cemal Süreya işte. Şiir yolu. Dolu. Sözcükler de kanattır ve göçün önce şiiri duyulur. ‘Komşunu sev’er gibi ‘göçmeni sev’meyi onun şiirinden öğrendim. Göçebe’den ve hep yola çıkacakmış gibi, dengini hazır tutan şiirlerinden. Şairin iyisi diyelim göçmen ruhu taşır ve ruhu göçmen okuru iyiliğiyle tanıştırır. O okur böyle şairlerin komşusudur. Komşuluk, umutsuz bir aşk değildir, hem aşk deyince başına umutsuzu eklemek de doğru değildir, komşuluk, başka bir aşkın mümkün olabileceğini gösterir... Göçmenlik diyorduk, gönüllü komşuluktur. Komşu gönüllü olmaktır. Ben ve annem ve babam ve babaannem ve dedem ve kardeşlerim, komşuluğu göçmenlerle tanıdık, tanımladık, eksiğimizi tamamladık. İnançlı olsaydım, Tanrı bizi cennette göçmenlerle komşu etsin derdim, çünkü onlar da melektir! (sayfa 149)

YERLİLİK: Göçebelik, göçmenlik duygusundan sonra, yerlilik, mülkiyetçilik gibi geliyor. Öyle de yorumlanıp sahip çıkılıyor zaten. Yerli düşünce diye yola koyuluyorsun, yol birden Ortadoğu’ya uzanıyor, orada yerli merli hak getire! Gerçekten yerli düşünce diye bir derdi olan entellektüeller ya da kendini yerlilerden sayanlar Anadolu’ya bunu yapmazlardı! Onu boğucu, başka hiçbir düşüncenin nefes alamadığı, aykırı bir tek sesin bile çıkamadığı bir çöl haline getirmezler, politikacılar böyle yapmak istese de onlara izin vermezlerdi. Yazık. Anadolu’daki hümanizmayı da yok ettiniz, her şeyi bir korku imparatorluğuna çevirdiniz. Ne renk bıraktınız ne ses! O kadar yerleştiniz ki dünyaya, yerinizden olacaksınız diye her şeye, herkese biat ediyorsunuz. Yerlilik buysa, biz yersiz olalım, yersiz düşüncelerle teselli bulalım, siz de bize yer vermeyin! (sayfa 125)

SÜRGÜN: Yol, sürgünün evidir. Heidegger’in “dünyaya atılan” insanı varsa, dünyanın da yola attığı sürgün vardır. Dünya evin olsun, yol yeryüzünündür. “Yalnızca aşkı vardır aşkı olanın” dediği gibi Edip Cansever’in. Sessizlik içinde sonsuzluğa. Dünyadan çıkış yollarından yeryüzüne çıkış yollarına. Dünyada iç, dış, uzak, yakın sürgünü tatmamış kimse var mıdır ki? Gönüllü sürgünlüğe ne derler, bilmem, ama mülteciye, göçmene, kaçağa, münzeviye, sürgüne ‘kral’ derler, yollar da onun krallığıdır işte! - # seyyah, seyyar, sergüzeşt, serseri, sivil, serazat, sefil, Sersem Baba, Sevdalinka, seyrek, semt, seyir, simurg. (sayfa 27)