Google Play Store
App Store

İki dünya savaşının merkezinde yer alan Almanya, 21. yüzyılda yeniden militarizasyon sürecine girdi. Militarist politikalar yalnızca dış politikayı değil, içerideki toplumsal güç dengelerini de kalıcı biçimde yeniden şekillendiriyor.

Almanya, Ukrayna ve militarizm: Tarihsel paralellik
Fotoğraf: Depo Photos

Zafer TAŞKIN / Frankfurt

Almanya’nın dış politika ve güvenlik stratejileri, Avrupa kapitalizminin kriz dönemlerinde sürekli yeniden tanımlandı. İki dünya savaşının merkezinde yer alan Almanya, 21. yüzyılda yeniden militarizasyon sürecine girdi. Şansölye Olaf Scholz’un 27 Şubat 2022’de Fedaral Meclis’te ilan ettiği Zeitenwende (dönüm noktası), yalnızca güvenlik doktrini değişikliği değil, Alman sermayesinin jeopolitik çıkarlarının yeniden düzenlenmesidir. Marksist perspektifle bakıldığında bu dönüşüm, kapitalizmin yapısal krizlerine verilen tipik bir yanıttır: Militarizm ve devlet müdahalesinin yoğunlaşması.

Kapitalist sistemin genişleme dinamiği, Almanya’nın I. ve II. Dünya Savaşlarındaki rolünü anlamada kritik öneme sahip. Almanya, geç sanayileşmiş bir güç olarak dünya pazarına nispeten geç girmiş ve sömürgecilikte Britanya ve Fransa gibi eski emperyalist güçlerin gerisinde kalmıştır. Bu “gecikmiş giriş” duygusu, 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başında Alman sermayesini daha saldırgan bir yayılmacı çizgiye yöneltmiş; özellikle Orta ve Doğu Avrupa’da ekonomik ve jeopolitik üstünlük arayışını hızlandırdı.

EMPERYALİST YÖNELİM

Bu dönemde Almanya’nın emperyalist yönelimi yalnızca askeri güce değil, aynı zamanda ideolojik çerçeveye de dayandı.

• Lebensraum (yaşam alanı) ideolojisi, sadece ırkçı bir doktrin değil, aynı zamanda sermaye birikiminin yeni alanlar yaratma ihtiyacının ideolojik bir ifadesi olarak işlev gördü. Almanya’nın doğuya doğru genişleme hedefi, hem nüfus fazlasını yerleştirme hem de sermayenin yatırım ve hammadde ihtiyacını karşılayacak yeni bölgeler açma mantığına dayanmaktaydı.

• Ukrayna’nın tahıl ve hammadde kaynakları, özellikle de tahıl, kömür ve petrol rezervleri, Alman savaş ekonomisinin “Autarkie” (kendine yeterlilik) hedefinin kilit parçasıydı. Bu kaynaklar, Almanya’nın İngiltere ve ABD gibi deniz gücü üstünlüğü olan ülkelerin uygulayacağı ablukalara karşı direncini artırmayı amaçlıyordu.

• Barbarossa Harekâtı, yalnızca bir askeri operasyon değil, aynı zamanda Avrupa’nın yeniden ekonomik entegrasyonu için bir “kapitalist yeniden düzenleme” projesiydi. Nazi yönetimi, Sovyetler Birliği’nin batı topraklarını fethederek bunları hem Alman sermayesi için birikim alanına dönüştürmek hem de Avrupa’yı Alman merkezli bir ekonomik sistem etrafında yeniden örgütlemek istiyordu.

Bu bağlamda, Almanya’nın emperyalist yönelimi klasik sömürgecilikten ziyade kara hâkimiyeti ve kıtasal yayılma biçimini aldı. I. Dünya Savaşı’ndaki “Orta Afrika” ve “Orta Avrupa” projelerinden II. Dünya Savaşı’ndaki “Büyük Alman İmparatorluğu” vizyonuna kadar uzanan bu çizgi hem ekonomik hem de ideolojik gerekçelerle desteklendi. Almanya, Britanya ve Fransa’nın deniz aşırı imparatorluklarına karşı, Avrupa’nın doğusunu ve Sovyet topraklarını kendi “iç sömürgesi” haline getirmeyi hedefledi.

Dolayısıyla Alman emperyalizmini anlamak, sadece askeri yayılmacılıkla değil, kapitalist sistemin krizler ve rekabet üreten yapısıyla ilişkilendirilmelidir. Geç kapitalistleşmiş bir güç olarak Almanya, hem birikim alanlarını genişletme hem de dünya piyasasında söz sahibi olma arzusu doğrultusunda iki dünya savaşını da büyük ölçüde ekonomik ve jeopolitik stratejilerinin devamı olarak kurgulamıştır.

DEVLETİN ROLÜ

2022’de Rusya’nın Ukrayna’yı işgali sonrasında ilan edilen “Zeitenwende” (tarihsel dönemeç) Almanya’nın Soğuk Savaş sonrası şekillendirdiği “ticaretle barış” (Wandel durch Handel) stratejisinin fiilen iflas ettiğini resmileştirdi. Bu strateji, özellikle Çin ve Rusya gibi ülkelerle ekonomik bağımlılık yaratarak jeopolitik çatışmaları yumuşatmayı hedefliyordu. Ancak küresel süreç Almanya’yı sadece “ekonomik güç” değil, aynı zamanda daha aktif bir jeopolitik ve askeri aktör olmaya zorladı.

Bu dönüşümün ekonomik ve toplumsal boyutları dikkat çekici:

• 100 milyar avroluk özel savunma fonu, Federal Almanya tarihinde görülmemiş ölçekte bir askeri harcama paketidir. Bu fon, yalnızca NATO’nun yükümlülüklerini yerine getirmek için değil, aynı zamanda silah endüstrisinin kâr oranlarını artırarak sermaye birikimi için yeni bir çıkış alanı yaratmak amacıyla da işlev görüyor.

• Kamu bütçesindeki bu kaynak kayması, sosyal harcamaların baskılanması anlamına geliyor. Sağlık, eğitim, sosyal yardımlar ve altyapı yatırımlarından kesilen fonların savunmaya aktarılması, işçi sınıfı için reel ücret kaybı, artan enflasyon, sosyal eşitsizlik ve toplumsal gerilimler demek. Böylece militarizasyon yalnızca dış politikayı değil, içerideki sınıf ilişkilerini de yeniden şekillendiriyor.

• Almanya’nın NATO’nun doğu kanadında (Polonya, Baltık ülkeleri, Romanya vb.) üstlendiği yeni askeri sorumluluklar ve ileri yığınaklar, yalnızca “güvenlik gerekçesi” ile açıklanamaz. Bu aynı zamanda Doğu Avrupa’da Alman sermayesi için yeni yatırım, altyapı projeleri ve nüfuz alanları açmak, bölgede hem enerji hem de lojistik hatlar üzerinde hegemonya tesis etmek anlamına geliyor. Almanya’nın bu ülkelerdeki askeri varlığı, çoğu zaman enerji koridorları ve ulaştırma projeleri ile eşzamanlı ilerliyor.

Bu çerçevede “21. yüzyıl militarizasyonu”, yalnızca güvenlik paradigmasının dönüşümü değil, aynı zamanda kapitalizmin yapısal krizine karşı geliştirilmiş bir sermaye birikimi stratejisi olarak da okunabilir. Devlet, neoliberal dönemin aksine yalnızca düzenleyici değil, doğrudan sermaye birikiminin “kollektif kapitalist” aktörü haline gelmektedir. Bu nedenle savunma bütçesi artışları, kamu-özel ortaklıkları ve stratejik sektörlere devlet desteği, Almanya’nın sadece güvenlik değil ekonomik rekabet gücünü artırma çabalarının bir parçası olarak değerlendirilmelidir. Bu militarizasyon süreci yalnızca devletin ekonomik ve jeopolitik rolünü dönüştürmekle kalmamış, aynı zamanda Almanya’da tarihsel olarak barışçıl ve reformist çizgileriyle bilinen SPD ve Yeşiller gibi partilerin siyasal yönelimlerini de köklü biçimde değiştirdi.

Almanya’da SPD (Sosyal Demokrat Parti) ve Yeşiller Partisi, farklı tarihsel kökenlere ve toplumsal tabanlara sahip olmalarına rağmen, günümüzde militarist politikalar konusunda benzeşen bir çizgi izliyor. Her iki partinin de başlangıçta barışçı ve reformist bir kimlikle ortaya çıkmış olması, bu dönüşümü daha da dikkat çekici kılıyor.

SPD, 19. yüzyılın sonlarından itibaren Almanya’nın en büyük işçi partisi olarak kendisini reformizm üzerinden tanımlamış, sosyalist hedefleri parlamenter yollarla gerçekleştirmeyi amaçlamıştır. Ancak Marksist teorisyenler –özellikle Rosa Luxemburg ve Lenin– SPD’nin Birinci Dünya Savaşı’ndaki tutumunu işçi sınıfı enternasyonalizmine ihanet olarak değerlendirmiştir.

• 1914’te savaş kredilerini onaylayarak Almanya’nın savaşına destek veren SPD, işçi sınıfını burjuvazinin savaş hedeflerine yedeklemiştir.

• Soğuk Savaş sonrası dönemde SPD’nin Ostpolitik (doğu politikası) stratejisi, partinin barışçıl ve diplomasiye dayalı yönünü öne çıkarsa da, bu politikanın maddi temeli Sovyet ve daha sonra Rus enerjisine ucuz erişimdi.

• 1999 Kosova müdahalesi ve 2001 Afganistan misyonu, SPD’nin artık askeri operasyonları bir dış politika aracı olarak kabul ettiğinin göstergesiydi.

• Bugün Olaf Scholz’un Zeitenwende (dönüm noktası) çizgisi, SPD’yi “sosyal devlet” kimliğinden çıkarıp “kolektif kapitalist” rolünü üstlenen bir yönetici parti haline getirdi.

LİBERAL MÜDAHALECİLİK

Yeşiller Partisi ise 1980’lerde nükleer karşıtlığı, çevrecilik ve radikal barışçılık temelinde kurulmuş, Batı Alman militarizmine bir tepki olarak doğmuştur. Ancak devlet aygıtına eklemlendikçe, sistem içi bir “liberal müdahalecilik” çizgisine evrildi.

1999 Kosova müdahalesi bu dönüşümün kritik eşiği oldu: Dönemin Dışişleri Bakanı Joschka Fischer “bir daha asla Auschwitz” diyerek NATO bombardımanını ahlaki bir gerekçeyle meşrulaştırdı.

• 2022 Ukrayna savaşıyla birlikte Yeşiller, hükümetin en şahin kanadı haline geldi. Bu, küçük burjuvazinin “uluslararası insan hakları” söylemiyle emperyalist projelere entegre olmasının tipik bir örneği olarak değerlendirilebilir.

KESİŞEN MİLİTARİST ÇİZGİ

SPD ve Yeşiller farklı tarihsel kökenlerden gelseler de, bugün Almanya’nın militarist politikasında benzer bir konum almışlardır. Her iki parti de askeri müdahaleleri ve savunma harcamalarını meşrulaştırmaktadır. SPD bunu Avrupa güvenliği ve NATO yükümlülükleri üzerinden, Yeşiller ise insan hakları ve uluslararası hukuk söylemi üzerinden yapıyor.

Bu kesişen çizgi, Almanya’daki solun tarihsel barışçı mirasından uzaklaşmasını ve emperyalist rekabetin yeniden üretimine katılımını gösteriyor. Her iki partinin de tabanı militarist politikanın maliyetini ekonomik yükler üzerinden ödüyor.

SPD VE YEŞİLLER’İN SERÜVENİ

SPD ve Yeşiller’in tarihsel serüveni, Almanya’daki sol siyaset ve barış hareketinin dönüşümünü çarpıcı bir şekilde gözler önüne seriyor. SPD’nin reformist işçi partisi kimliğinden “kolektif kapitalist” bir yönetici partiye; Yeşiller’in radikal pasifizmden liberal müdahaleciliğe evrilmesi, yalnızca iki partinin iç dinamikleriyle açıklanamaz. Bu dönüşüm, kapitalist dünya sisteminde yaşanan krizler, jeopolitik rekabetin sertleşmesi ve Almanya sermayesinin çıkarlarının yeniden tanımlanmasıyla doğrudan ilişkili.

Her iki parti de farklı ideolojik diller kullansa da (SPD Avrupa güvenliği ve NATO yükümlülükleri üzerinden, Yeşiller insan hakları ve uluslararası hukuk söylemi üzerinden), sonuçta Almanya’nın militarist politikasını meşrulaştıran ortak bir “aktif sorumluluk” retoriği üretiyor. Bu retorik, Almanya’daki solun tarihsel barışçı mirasını aşındırmakta; militarizmi ahlaki bir zorunluluk gibi sunarak kitlelerin rızasını örgütlüyor.

Bu sürecin en somut etkisi sınıfsal düzeyde görülüyor. Artan savunma bütçeleri ve özel fonlar, sağlık, eğitim ve sosyal hizmetler gibi alanlardaki kaynakların baskılanmasına yol açmakta; özellikle işçi sınıfı ve toplumun düşük gelirli kesimler üzerinde doğrudan bir ekonomik yük yaratıyor. SPD ve Yeşiller’in desteklediği savunma politikaları, reel ücret kayıpları ve enflasyon baskısıyla birleştiğinde militarizmin maliyetinin kime yüklendiği daha da görünür hale geliyor.

Marksist perspektif, bu gelişmeleri bir “ahlaki sapma” ya da “tarihsel hata” olarak değil, kapitalizmin yapısal bir sonucu olarak okur. Militarizm, kapitalist devletlerin ekonomik ve jeopolitik çıkarlarını güvence altına almak için kullandıkları temel araçlardan biri. Dolayısıyla SPD ve Yeşiller’in militarist çizgiye kayışı, kapitalist sistemin krizlerine verdiği tepkinin bir parçası.

Bu tablo, Almanya’daki işçi sınıfı hareketi ve barış geleneği açısından kritik bir uyarı niteliğindedir. Militarizme karşı etkili bir strateji geliştirmek; devletin sermaye çıkarları doğrultusunda nasıl yeniden yapılandığını teşhir etmek, militarizmin sınıfsal maliyetini ortaya koymak ve sol hareketlerin barışçı–sosyal adalet temelli miraslarını koruyacak ideolojik ve politik araçlar geliştirmesiyle mümkün olabilir. Aksi takdirde, militarist politikalar yalnızca dış politikayı değil, içerdeki toplumsal güç dengelerini de kalıcı biçimde yeniden şekillendirecektir.