Bundan tam 30 yıl önce Almanya’nın doğusunda Rostock kenti yakınlarındaki Lichtenhagen’da dört gün boyunca yaşanan yabancı düşmanı pogrom vesilesiyle önceki gün düzenlenen törene katılan Cumhurbaşkanı Frank-Walter Steinmeier, “Rostock’ta yaşanan ülkemiz adına utanç vericidir. Bunda devletin de sorumluluğu vardır” dedi.

Rostock’ta Vienamlı işçiler ve ailelerinin, Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinden Almanya’ya sığınmacı olarak gelmiş olan Romanların yaşadığı çok katlı, çok daireli bir binanın önünde 22 Ağustos 1992’de başlayan ve 26 Ağustos’a kadar devam eden saldırılarda şans eseri ölen ya da yaralanan olmamıştı. Ancak iki yıl önce sosyalist sistemin çözülmesi sonucu batıdaki Federal Almanya Cumhuriyeti’ne katılan Doğu Almanya’daki bu olaylar, ülkedeki neo-nazilerin kitlesel potansiyellerini gözler önüne serebildiği için sembolik bir karakter taşıyor. Polis, göçmenler ve sığınmacıların yaşadığı binanın çevresinde toplanan, içerideki insanlara hakaretler yağdıran, binaya taş, molotof kokteyli ve diğer yanıcı maddeler atan, neo-nazilere dört gün boyunca müdahale etmemiş, olay yerinden çekilmişti. Binanın önünde toplanan bölge halkından yüzlerce insan da alkışlarıyla aşırı sağcı saldırganlara onay vermiş, teşvik etmişti. Neo-nazilerin daha önceki eylemlerine militanca müdahale etmekten çekinmeyen anti faşistler ise hem azınlıkta kaldıkları, hem de halk nazilere aktif destek verdiği için uzaktan olayları izlemek zorunda kalmışlardı.

***

Olayların aslında şaşırtıcı bir yanı yoktu. Doğudaki “sosyalist” Almanya’nın ya da resmi adıyla Demokratik Almanya Cumhuriyeti’nin ortadan kalmasının ardından iki yıldır büyük bir hızla yaşanan kapitalist yeniden yapılanma yaşananlar, bu tip patlamaların ipuçlarını içeriyordu. Bu süreç binlerce işletme kapatılmış (ki bunlar arasında kapitalizmin standartlarına uygun, kârlı fabrikalar da yer alıyordu), binlerce kişi işsiz kalmış, ev kiraları başta temel ihtiyaçlarını ödeyemez hale düşmüşlerdi. “Sosyalist” dönemin sağladığı ucuz konut, iş garantisi vs. gibi kazanımları bir anda yitirilmişti. Hayal kırıklığına uğramış, kızgın kitlelerin bir bölümü, yaşanan sıkıntıların, aynı dönemde Orta ve Doğu Avrupa’da çözülmekte olan diğer sosyalist ülkelerden “daha iyi bir yaşam” umuduyla Almanya’ya gelen sığınmacılar ve daha önce Vietnam, Mozambik, Küba gibi sosyalist “kardeş” ülkelerden eğitim görmek, staj yapmak ya da çalışmak üzere gelmiş olan göçmenlerin sorumlu olduğuna dair propogandaların etkisi altındaydı. Bu durumu fırsat olarak değerlendiren aşırı sağcı militanlar da ülkenin dört bir yerinde sığınmacılara, göçmenlere saldırıyor, yaşadıkları konutları, yurtları kundaklıyorlardı. Ana akım medya da “gemi doldu” (Der Spiegel dergisi) gibi manşetlerle yaptıkları yayınlarda “yangına körükle” gidiyor, Almanya’nın “göçmen ve sığınmacı” akımına uğradığı algısını destekliyordu.

Kimileri bir süre eski “sosyalist” doğuda yaygın olan bu eylemlerle ilgili sözüona analizlerinde yaşananların sorumlusu olarak “sosyalizm”i gösteriyordu. Onlara göre sosyalist dönemde toplumdaki “aşırı sağcı, ırkçı, yabancı düşmanı” eğilimler inkar edilmiş ve tartışılmamıştı. Uzun yıllar diktatörlük altında yaşayan toplumun bu hale gelmesi kaçınılmaz bir durumdu.

***

Ancak Rostock-Lichtenhagen pogromundan birkaç ay sonra Almanya’nın batısında, yani geçmişinde inkarcı “sosyalist diktatörlük” olmayan bölümünde, Hamburg yakınlarındaki Mölln kentinde yaşanan katliam (23 Kasım 1993), yabancı düşmanlığı, ırkçılık ve aşırı sağcılığın sadece doğuya özgü bir olgu olmadığını gösterdi. Mölln’de neo-nazilerin kundakladığı evde bir Türk ailesinin ikisi çocuk üç üyesi ölmüştü. Bu olayı altı ay sonra yine batıda, Solingen’de yine neo-nazilerin sorumlu olduğu bir kundaklama sonucu yaşanan katliamda yine bir Türk ailesinin üçü çocuk beş üyesi yaşamını yitirmişti.

Bu saldırılar elbette demokratlar için de dersler içeriyordu. Ülke çapında protesto eylemleriyle aşırı sağa karşı geniş cepheler kuruldu. Ancak bir bölümü şiddeti de siyasi araç olarak gören aşırı sağın gelişmesi, yaygınlaşması, güçlenmesi sürdü. NSU cinayetleri (2000-2007), Münih (22 Temmuz 2016) ve Hanau katliamları (19 Şubat 2020) gibi aşırı sağcı terör eylemlerinde çok sayıda göçmen genç yaşamını yitirdi. İki Almanya’nın birleştiği 1990 yılından itibaren tüm ülkede sağcı terörün canına kıydığı yaklaşık 220 insanın neredeyse dörtte birini Türkiye kökenli göçmenler oluşturuyor.

***

Gerek 30 yıl önce Rostock’ta yaşanan ve halk kitlelerinin alkışlarıyla açıkça destek verdiği pogromların, gerekse daha önce ve sonra yaşanan terör saldırılarının aktörleri arasında güçlü bağlar var. Elbette bu bağlar adli soruşturmalarla ortaya çıkacak örgütsel nitelikler taşımıyor. Hepsi bir bütünün parçası. Ancak güvenlik güçleri ve adalet mekanizması, yani devlet, özellikle son yıllarda çok sayıda can alan terör eylemlerinin faillerini “bireysel terörist” olarak görüyor ya da NSU’da olduğu gibi üç-beş kişilik (NSU’nun üç üyesinden ikisi öldüğü için o da tek kişilik örgüt) örgütler olarak soruşturuyor.

Cumhurbaşkanı Steinmeier’in girişte yer verdiğimiz samimi özeleştirisi kuşkusuz çok önemli. Eski Başbakan Merkel’de Hanau katliamının ardından “ırkçılığın toplum içinde var olan bir zehir” gördüğünü açıklamıştı. Ama bu eylemlerin failleri “bireysel” değiller. İrili ufaklı örgütlerin, partilerin de yer aldığı çok büyük bir bütüne aitler.

Önceki gün bu terör davalarından en ilginçlerinden biriyle ilgili mahkeme kararı kesinleşti. Federal Almanya Cumhuriyeti tarihinde ilk kez bir aktif politikacı ve devlet adamının, Kassel Bölge Valisi, Hıristiyan demokrat politikacı Walter Lübcke’in öldürüldüğü saldırının (2 Haziran 2019) faili, aşırı sağcı katili “bireysel terörist” olarak cezalandıran ilk mahkemenin kararı, üst mahkeme (Yargıtay) tarafından onaylandı. Sığınmacıların haklarını savunduğu için aşırı sağın hedefi haline gelen, öldürülmeden önceki dönemde sosyal medyada birçok tehdidin, hakaretin, saldırının hedefi olan Lübcke’nin katili ömür boyu hapis yatacak. Ancak ona yardım edenler, silah kullanmasını öğreten, silah, cephane bulanlar, bu eylemi yapması için destekleyen ve teşvik edenler, ki en azından bir kişinin bu özellikleri taşıdığı biliniyor, ise özgür vatandaş olarak yaşamını sürdürecek.

Daha önce NSU davasında da benzer bir durum yaşanmıştı.

Demokrasiyi yaşatmak ve yaşamak isteyen bireylere ve sivil toplum toplum örgütlerinin sorumlulukları çok büyük.