Tapelerin bir şelale gibi aktığı günlerde aradan sıyrılıp unutulmazlar arasına giren bir tapeydi Habertürk yayınına müdahaleyle ilgili tapeler. Bunda elbette “Alo Fatih” gibi sloganvari bir lafı içinde barındırmasının payı büyüktü. Fatih Altaylı’nın işte buradaki “Alo Fatih”le ilgili bir itirazı olmuş son Aksiyon dergisi röportajında. Oradaki Fatih Saraç ile karıştırılmaktan dolayı çok rahatsızmış. Altaylı, diyor ki, oradaki Fatih, Fatih Saraç’tır. Teknik olarak doğru olabilir, ama alanım gereği o tapeleri dikkatle okumama rağmen ben bile bu ayrıntıya takılmamıştım. Çünkü sonuçta Erdoğan Fatih Saraç’a aktarıyor, o da Fatih Altaylı’ya devrediyordu. Benim için ha o Fatih, ha o Fatih fark etmiyordu. İkisi de son tahlilde işadamıydı. Ona takılmamıştım ama, Fatih Altaylı’nın o günlerde çıktığı bir yayında “medyada baskı olduğu zaten bilen bir şey, ama neden sadece benim üzerimden tartışılıyor?” sorusuyla dile getirdiği isyana sonuna kadar katılıyorum. Sonuçta her medya grubunda Bir Fatih var, ama sadece Fatih Altaylı’nın ismi ortada. İşte bu haftaki Köşe Vuruşu’nda Alo Fatih’in aslında kim veya kimler olduğu sorusunun olası cevaplarına bir bakalım isterim:

‘Alo Fatih’ tüm işadamı GYY’lerdir

90’lı yıllarda “Ben aynı zamanda bir işadamıyım” diye ortalarda gezinen Genel Yayın Yönetmenleri Alo Fatih ekolünün ilk temsilcilerdir. Çünkü bir medya grubu olarak medya dışı iş yapıyorsan, yetmiyor devletle iş yapıyorsan, o telefonlar hiç kesilmez. Örneğin; Hürriyet Eski Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök’ün 1998 yılında dönemin Ekonomi Bakanı Güneş Taner ile yaptığı karton fabrikası için teşvik pazarlığı tapelerini hatırlamak yeterli. Aslında o da bir “Alo Fatih” tapesi, ama çok daha zarif hali. Açıkça teşvik isteniyor, demek ki, o teşvik karşılığında birileri daha Alo demeden yayınlar ona göre dizayn ediliyor. O dönemki al takke ver külah ilişkilerde koalisyon hükümetleri çok kırılgan olduğu için güçlü olan taraf medya grupları elbette. Ancak, güçlü bir iktidar geldiğinde bunun böyle olacağı o zamandan bile çok belli değil mi?

AKP’den önce medya “özgür” müydü?

Fatih Altaylı röportajında medyanın kıstırılmasının miladını 1 Nisan 2007’deki Sabah-ATV Grubu’na TMSF Operasyonu’na koyuyor. Kısmen haklı. AKP’nin doğrudan bir medya grubuna sahip olarak tüm medyaya hâkimiyet sağlama sürecinin miladı orasıdır ve o el koyma hangi açıdan bakılırsa bakılsın şaibelidir.

Ancak, sonrasında söylediklerine katılmak zor:

“Bakarsanız o güne kadar gazeteler üç aşağı beş yukarı belli fikirler doğrultusunda zaten yıllardır şekillenmiş gazetelerdi ve o fikirler doğrultusunda yayıncılık yapıyorlardı”demiş Altaylı. Acaba gerçekten böyle miydi? Doksanlarda andıçlanan gazeteciler, Genelkurmay brifingleriyle atılan manşetler, o dönem kapılan ihaleler, alınan teşvikler bu gazetelerin şekillenmesine hiç katkıda bulunmuyor muydu yani? Hakkını yemeyelim tabii, o günlerde belki de telefonla verilmiyordu talimatlar. Zaten cep telefonu da o kadar yaygın değildi. Peki o günlerde bu talimatları öyle ya da böyle alanlar birer Alo Fatih değil miydi?

Tüm Alo Fatih’leri çıkarmak için

Yandaş yazarlar 90’lara dair bu tarz bilgileri aktarmayı pek severler. Bugün aynılarını misliyle kendi iktidarlarını yaptığını da görmezden gelerek elbette. Fatih Altaylı’nın da yaptığı bunun tam tersi 2002 öncesinde medyayı neredeyse bir gül bahçesi gibi sunma gafletine düşüyor. 2002 öncesi medya, özellikle 90’larda  “3 aşağı 5 yukarı” diye anlatılacak kadar masum değildi. Bugünkü medyayı o günkü devletle iş yapma geleneği yarattı. Ancak bugünkü rezillik onun da ötesine geçmek üzere. Çünkü 2002’den önce medya-iktidar ilişkileri diye bir şey vardı. Havuz medyasıyla birlikte bu iktidar-iktidar ilişkilerine dönüştü. Alo Fatihler bu ilişkilerde birer memurdan başka bir şey değil. Fatih Saraç olmuş, Fatih Altaylı olmuş ne fark eder ki?