31 Mart yerel seçimlerinin Türkiye solu açısından özel bir anlamı vardı. Çünkü bir sosyalist, İstanbul’un, hatta belki de Türkiye’nin en güzide ilçelerinden birini iktidarın elinden almaya adaydı. Elbette Alper Taş ve onun adaylığı etrafında büyük bir özveriyle örgütlenen ‘Yaşasın Beyoğlu’ kampanyasından söz ediyoruz. Bu kampanya, uzun yıllardır solun imza attığı en iddialı, en kitlesel ve […]

Alper Taş, Beyoğlu deneyimini anlattı: Halk bizi çok sevdi ‘Sakın gitmeyin’ diyor

31 Mart yerel seçimlerinin Türkiye solu açısından özel bir anlamı vardı. Çünkü bir sosyalist, İstanbul’un, hatta belki de Türkiye’nin en güzide ilçelerinden birini iktidarın elinden almaya adaydı. Elbette Alper Taş ve onun adaylığı etrafında büyük bir özveriyle örgütlenen ‘Yaşasın Beyoğlu’ kampanyasından söz ediyoruz.

Bu kampanya, uzun yıllardır solun imza attığı en iddialı, en kitlesel ve en coşkulu faaliyetlerden biri oldu. Taş, 31 Mart akşamı sandıktan birinci çıkamadı ancak hatırı sayılır düzeyde muhalefetin oylarını artırdı ve sayısal düzlemi aşan bir politik ivme yarattı. Kendisi bunu “Sokakta kazandık” diye tanımladı. Biz de bu özel deneyimden süzülenleri daha iyi kavrayabilmek için, bu haftaki ‘politik muhabbetimizi’ Alper Taş ile gerçekleştirdik. Taş, 50 günlük kampanya süresince neler yaşadıklarını, halkla nasıl iletişim kurduklarını, insanların devrimcilere olan yaklaşımını, yaptıkları doğruları ve yanlışları sözü eğip bükmeden tüm yalınlığıyla anlattı. Öte yandan Taş’a seçim sonuçlarının politik çıktılarına ilişkin sorular da yönelttik.

KORKUYA DAYALI SİYASET YENİLDİ

Seçim sonuçlarına dair, ekonomiden siyasete çok kapsamlı analizler yapıldı. 31 Mart yerel seçimlerinin ardından Türkiye haritasına baktığınızda, ilk aklınıza gelen düşünce nedir? Genel bir seçim yorumundan ziyade, size göre en belirgin ve en önemli göstergeyi merak ediyorum.

Gözü çarpan ilk nokta, AKP’deki gerilemenin daha da derinleştiği… Aslında uzunca zaman önce başlayan gerileme bu seçimlerde daha berrak bir biçimde ortaya çıktı. Özellikle toplumun en dinamik yerlerinde AKP hegemonyasının gerilemesi ve Türkiye’nin muhafazakâr alanlarına hapsolması, bu partinin geleceğinin olmadığını gösterdi. Yani ülkenin geleceğinde AKP’nin yeri yok. Seçim tablosunda özetle gördüğüm bu. İkincisi de korku değil umut kazandı. AKP-MHP blokunun korkuya dayalı siyaseti yenildi, umuda, değişime, birleştiriciliğe dayalı siyaset galip geldi. 

Sonuçlar konuşulurken siyasal ve sosyal sorunlar biraz gözden kaçırılıyor gibi… AKP’nin gerilemesini sadece ve sadece ekonomik krize bağlayabilir miyiz? Yani ekonomide işler kötüye gitmeseydi, iktidar cephesi seçimde bir yenilgi yaşamayacak mıydı? Tek sorun insanların cebinin etkilenmesi mi?

Tabii ekonomik kriz çok önemli bir faktör ama tek faktör değil. Görünen en önemli noktalardan biri de şu: AKP milletin bağrından doğup geldiği, milletin hakiki temsilcisi olduğu, manşetlere ve devlete karşı mücadeleyle bir yere geldiği yönünde hikayeyi yıllar boyunca anlattı. Şimdi bu hikaye bozuldu. AKP devlet oldu ve halka karşı mücadele eden bir yapıya büründü. Aynı zamanda manşetleri de yanına alan bir iktidar gücü haline geldi. Kendisini iktidar yapan geniş toplum kesimlerinden koptu. Yani yabancılaştı ve elitleşti. AKP’liler halkın gözünde artık onlar sırça köşklerde yaşayan kişiler. Bu da AKP’den çözülüşü besleyen önemli bir faktör. 

Bir de AKP’nin dayandığı ideolojinin artık Türkiye’nin geleceği açısından bir kaos yarattığı gerçeği var. Siyasal İslamcılık dünyada bir seçenek olmaktan çıkıyor. 

DEMOKRATİK GEÇİŞ PROGRAMI GEREKİYOR

İlk soruyu Taner Hoca’ya da sormuştuk. “Sonuçlar rejimin kırılganlığını” gösteriyor demişti. Eğer sonuçlar rejimin kırılganlığını ispatlıyorsa, muhalefet, özel olarak da sol, burada nasıl hareket etmeli?

Başkanlık rejiminin kırılgan bir rejim olacağı baştan beri söylediğimiz bir şeydi. Bu bir kriz rejimi. Başkanlık rejiminde bir normalleşme beklemek mümkün değil. Türkiye bu rejimden kurtulursa normalleşebilir. Bunun yolu da eski sisteme dönmek değil. Demokratik bir parlamenter rejimin inşası ve bu anlamda bir geçiş programının oluşturulması gerekiyor. Ekonomik olarak da kamuculuğun esas alınması gerektiğini düşünüyoruz. Yani kamucu ve demokratik bir Türkiye programını muhalefetin oluşturması gerekiyor. Siyasal İslamcı rejim, demokratik, kamucu ve Kürt sorununun eşit yurttaşlık temelinde ele alındığı Türkiye’yi yeniden kuracak bir programla aşılmalıdır. En aktüel görev bu gözüküyor. 

Öte yandan, 2023 bir final seçimi olacak. Ya siyasal İslamcılık 2023’te tasfiye olacak ya da kendisini yeniden yapılandırarak süreci inşa edecek. O yüzden 2023’teki bu kırılma konusunda, kazanılmış belediyelerin yapacakları çalışmalar oldukça kritik. O yüzden yerel yönetimleri kendi hallerine bırakmamak lazım. Toplumsal örgütlenmelerle hem siyaseti toplumsallaştırma hem de bu yerel yönetimleri denetlemek gerekiyor. Bütün sol açısından geçerli söylediğim. Hatta bütün demokrasi güçleri, hatta tek adam yönetiminden rahatsız olan tüm kesimler açısından… 

Yani burada ‘Rekabet yerine, yapıcı muhalefet yapmak gerekir’ mi diyorsunuz?

Eleştirel muhalefet. Yani, “Başarısız olsunlar, oh ne güzel. Bizim önümüz açılır” gibi bir anlayışla meseleye bakmamak lazım. Başarılı bir belediye olabilmeleri için, halkçı, demokratik, kamucu bir zihniyetin egemen olması için toplumsal inisiyatif ve çabaları güçlendirmek gerekir. AKP-MHP blokunu hedef almak lazım. Tamam temel çelişkiyi unutmayalım, sermaye-emek çelişkisi her zaman aklımızda olsun. Bunun için mücadeleye devam edelim ama bir de baş çelişki var. Bugün baş çelişki bu siyasal İslamcı rejimdir, onları yenmek zorundayız. Bir devrimci, sol hareket, bu çelişkiyi bir kenara koyarak, aktüel meseleyi atlayarak temel çelişki üzerine kilitlenirse, bugünü ıskalar. Bu hatayı yaparsa, temel çelişki noktasında da yaratabileceği bütün imkanlardan uzak kalır. Bunlar birbirine bağlı şeyler çünkü. O yüzden temel çelişkiyi unutmadan ama baş çelişkiye dair görevleri öne koyarak ve o görevleri hakkıyla yerine getirerek ancak bir mücadele yürütülebilir. Bizim yapmaya çalıştığımız da bu. 

BEYOĞLU’NDA TAŞLARI YERİNDEN OYNATTIK

Artık yavaş yavaş Beyoğlu’na dönelim. Yaklaşık 1,5 aylık yoğun ve dinamik bir süreci geride bıraktınız. Beyoğlu’nda çalışmaya giderken, yıllardır devrimci mücadelenin içindeki bir insan olarak, Alper Taş’ın duygu ve düşünceleri nasıldı? Heyecan, tedirginlik, panik, korku, umut… Hangi duygu ya da duygular daha baskındı?

Ben aslında negatif duygular yaşamadım. Partim ve geniş toplumsal kesimlerin desteğini aldıktan sonra umutla ve coşkuyla çalışmaya başladık. Adaylığımız çok geniş toplumsal kesimlerden, büyük destekler gördü. Adaylık, bizim önceden tasarladığımız bir şey değildi. İlk başta şunu söyledik, burası garanti bir yer değil. Biz burada kazanamasak bile bir umut, coşku ve dalga yaratacağız, kalıcı bir iz bırakacağız…

“Sokakta kazandık” dediğiniz aslında buydu…

Evet, her halükarda politik olarak kazanacağımızı ifade ettik. Ama elbette sandıkta da kazanmak için mücadele edeceğimizi de söyledik. Sonuç itibariyle ortaya çıkan tablo bizi yanıltmadı.

Kazanmamız zordu ama kazanabilirdik de… Kazanamadık ama tüm Türkiye’nin gözünü diktiği, beğendiği; coşku, heyecan ve umut bulduğu bir seçim kampanyası yürüttük. Aslında sadece bir seçim kampanyası da değil, bir toplumsal çalışma yürüttük. Her türlü yönleriyle bir umut oldu bizim kampanya. Sadece Beyoğlu’nda aldığımız sayısal sonuçla yürüttüğümüz çalışmayı değerlendirmemek lazım. Esasen AKP-MHP bloğu gerilediyse, bunda bizim de katkımız var. Çünkü bizim adaylığımız bütün Türkiye’de, özellikle kendisini seçimde ifade edemeyecek, sosyalist-devrimci güçler, kesimler ve bireyler açısından oldukça önemli bir etki yarattı. Katkımızın Beyoğlu ile sınırlı kalmayacağını, iktidara karşı bir direnç noktası oluşturabileceğini düşündük. Bu direnç noktasını da oluşturduk. Biz aday olmasak, sandığa gitmeyecek ve seçimle ilgilenmeyecek sosyalist-devrimci kesimlerin önemli bir bölümü, bizim adaylığımız etrafında, seçim mücadelesinin önemli bir parçası oldular.

Beyoğlu AKP açısından sıradan bir yer değil, bir simge. Erdoğan’ın hayatı açısından da böyle, AKP’nin gelenekselleşmiş ilişkileri açısından da… Bu geleneksel ilişkileri böyle 45-50 günde söküp atabilmek kolay bir şey değildi. Ama biz orada taşları oynattık, dengeleri bir hayli sarstık. 

BİRKAÇ FAKTÖR, SEÇİMİ KAZANMAMIZI ENGELLEDİ

“Neden kaybettik?” diye kendi kendinize düşündüğünüzde ne yanıt veriyorsunuz?

Birkaç faktör seçimi kazanmamıza engel oldu. Bunları mazeret olarak söylemiyorum. Dar zamana sıkıştırılmış bir seçim çalışması yapmak zorunda kaldık. Esasen bizim başarılı olduğumuz yön kendimizi birebir ilişkilere dayanarak anlatma yoluydu. İnsanların bizi görmesi ve tanımasıyla bir ivme yakaladık. Yani dışarıdan değil de, içeriden seslendik. 50 günlük süre, bizim için sınırlıydı. Aleyhimize de çok büyük kara propaganda vardı. Seçim sabahına kadar hem mahallelerde hem de sandık bölgelerinde aleyhimize bildiriler dağıtıldı. Devletle yarıştık. Devletin en çok uğraştığı ilçe belediye seçimi Beyoğlu oldu. Biz bu kara propagandayı, insanlara kendimizi tanıttıkça aşabildik. Dolayısıyla ulaşamadığımız kesimleri, bu kara propaganda bir düzeyde etkiledi.

Bunun dışında HDP ile CHP’nin meclis üyelikleri konusunda anlaşamaması bir kırılma yarattı. Çünkü belediye meclis üyeliği listesinde, HDP seçmeninin kendisini görememesi ve HDP’nin ayrı bir listeyle seçime girmesi, süreci etkiledi. Bu kırılma HDP seçmeninin, sağolsunlar büyük oranda bizi destekleseler de, sandığa daha güçlü gitmesini ve dolayısıyla daha güçlü destek vermesini engelledi. İkincisi, meclis üyeliği listesi bizim açımızdan Beyoğlu’nun yerel dinamiklerini ve demokrasi güçlerini kapsayabilen bir liste olmadı. Meclis üyeliği listesi tartışmalara yol açtı. Aslında bizim böyle bir yetkimiz vardı ama biz CHP içerisinde oluşan havadan kaynaklı kimi kesimleri küstürmemek adına bu yetkiyi kullanmadık, CHP’nin inisiyatifine bıraktık. Ama CHP kendi içinde bunu sağlıklı bir biçimde çözemedi, meclis üyelikleri krizi yaşandı. Eğer bu listeyi farklı kesimlere açabilseydik, sahada daha etkili bir çalışma yürütüp daha da güçlü destek yakalayabilirdik.

Bir de şöyle bir eksikliğimizin daha olduğunu düşünüyorum. Şimdi bu seçimi kazanmamız açısından 3 faktör belirlemiştik. Kimseyi suçlamak için değil, ki böyle bir hakkımız da yok. Bir durum tespiti yapmıştık. 3 faktörden birincisi, 1. bölge denilen, Cihangir’i de içeren tarihi Beyoğlu’ndaki seçmenin katılımının çok yüksek olmasını temenni ediyorduk. Buradaki katılımı yüzde 80’in üstüne, yüzde 90’lara kadar çıkarmak istiyorduk. Ama bu oran yüzde 73’lerde kaldı. Eskiye göre geriledi. Bu bizim için bir handikap oluşturdu. Çünkü buradaki seçmenin bize oy verme potansiyeli çok yüksekti. İkinci kategori, HDP seçmeninin tam ve güçlü desteğini yukarıda saydığım nedenlerle alamamamızdı. HDP bizi destekledi, ben o desteği hiçbir zaman gizlemedim. Açıkça da her platformda teşekkür ettim. Fakat az önce söylediğimiz meclis listelerindeki sıkıntı, tam ve güçlü desteği engelledi. Bizim esasen başarılı olduğumuz yer ise AKP’nin güçlü olduğu yerler oldu. Biz hep oralara yoğunlaştık. Burada oyları artırdık ve istediğimiz sonucu aldık. Bize oy vermeyen bile bizi takdir etti. Seçim sonrası yaptığımız gezilerde de bunu görüyoruz. İnsanlar bizi kucaklıyorlar. “Burada çalışamazsınız” denilen yerde, solun yıllardır yapamadığı bir şeyi yaparak büyük bir etki yarattık. Seçim irtibat büroları kuruldu, bizzat sahada birebir, ev ev, kapı kapı çalışma yapıldı ve önemli bir oy oranı da yakalandı. Bizim eksikliğimiz buradaki yoğunluğumuzun bir kısmını Cihangir ve HDP seçmeninin olduğu yerlere yöneltmememizdi. Buraları garanti görme ve gerekli yoğunluğu gösterememe istediğimiz sayısal sonuçları yakalayamamamıza yol açtı.

HALKA İLETİŞİMDE AHLAKA VURGU YAPTIK

Beyoğlu pratiğinin Türkiye solu açısından özel bir laboratuvar olduğunu ifade edebiliriz sanırım. Sol, uzun bir aradan sonra ilk kez bu kadar kitlesel, iddialı ve coşkulu bir kampanya yürütme fırsatı buldu. İnsanlarla doğrudan temas edildi, daha önce solla tanışmamış yoksul kesimlerle organik ilişkiler geliştirildi. Bu iletişimin nasıl kurulduğu da önemli bir mesele. Oraya solun fikirlerini taşıdınız ama bugüne kadar kullandığınızı dili ve kavramları yeniden kurguladınız mı? Mesela “Piramidi terse çevireceğiz” dediğinizde, bunu ilçe halkına anlatmayı nasıl başardınız?

Şimdi tabii piramit kavramını kullandık ama biz esasen halkçı bir yerel yönetimin nasıl olması gerektiğini anlatmaya çalıştık. Zaten halk bunu görüyor. Bir belediye var, halktan bütünüyle kopmuş, halka dokunmayan, halkın sorunlarından bütünüyle uzak… Bunun karşısında bir halkı söz ve karar sahibi kılan bir anlayışı hayata geçireceğimizi söyledik. Halkın nasıl yönetileceğini değil, halkın nasıl yöneteceğini anlattık. Şirketleştirilen yerel yönetimlerin, kamuya ait bir hizmet alanları olması gerektiğini savunduk. Vatandaşı müşteri olarak gören değil, vatandaşı hak sahibi olarak gören bir anlayışı anlattık. Bunlarla birlikte kendi ahlaki ilkelerimizin altını çizdik. Çünkü, Türkiye’de en çok yıpratılan kavram ahlak. Yani yalan söylemek, yapmayacağını şeyin sözünü vermek, kamu üzerinden mal-mülk biriktirmek, rant sağlamak, ayrımcılık yapmak, eşit ve adil davranmamaktan söz ediyorum. Bütün bu ahlaksızlığı teşhir ettik. Bunu yaparken de özümüzle sözümüzle bir olmaya çalıştık. Siyasal sürecimizden ne biriktirdiysek, onları hiç eğip bükmeden olduğu gibi anlattık.

SOLUN ESAS MESELESİ KAVRAMLAR DEĞİL

Yani kendinizi iyi anlattığınızı söylüyorsunuz. Aslında sormak istediğim, solun kitabi kalan bazı kavramlarının gündelik dile nasıl tercüme edildiği, halkın anlam dünyası içinde nasıl somutlandığıydı. Örneğin “kamuculuk”, “katılımcı bütçe” gibi literatüre içkin kavramları nasıl aktardınız?

Tabii bazı kavramları doğrudan kullanmıyorsun. Kamu derken yani halkın çıkarını esas alan yönetim… Özel çıkarın değil de toplumsal çıkarın esas alınmasını söylüyoruz. Herhangi bir zümrenin, sınıfın ya da ayrıcalıklı kesimin değil, sizin temsilciniz olacağız diyoruz. Ama bence solun meselesi kavram meselesi değil, solun meselesi insanlarla iç içe ve onlarla hemhal olan bir siyaset tarzını yerine getirip getirmeme meselesi. Yoksa kavramlara bakarsak, mesela Türkiye devrimci hareketi 1980 öncesinde “oligarşi” gibi bir kavramı bütün Türkiye’ye yaygınlaştırdı. O dönem Türkiye’nin her tarafı “Katil oligarşi” sloganları ve yazılamalarıyla doldu. Yani mesele kavramın kendisinde değil, halkın dünyasının bir parçası olabilmekle ilgili. O dünyanın içerisinde olabildiğin müddetçe, kavramları anlatmakta hiçbir sorun yaşamazsın. Biz de böyle olduk ve söylemlerimizde bir karşılık buldu. İnsanlar bizi kendilerinin bir parçası olarak gördüler.

Aslında bunu tam tersi olarak Türkiye toplumu için, ahlaki ve kültürel olarak giderek soldan uzaklaştı deniliyor. Doğrusu 12 Eylül darbesinin yarattığı atmosfer, toplumun soldan, hatta genel olarak politikadan uzaklaşmasına neden oldu ve sosyalistler ile halkın bağı eskiye göre zayıfladı. Siz Beyoğlu tecrübesinden sonra bu konuda neler söyleyebilirsiniz? Yeniden sol ile halk arasında kuvvetli bağlar kurmak için iddia edildiği gibi aşılmaz barajlar mı var?

Hayır, hayır. Kesinlikle böyle bir baraj yok. İnsanlar yalnız ve çaresiz. Sol vicdana ihtiyaçları var. Doğal olarak biz, içten bir şekilde bu eli uzattığımızda, halk buna olumlu yanıt veriyor. Biz Beyoğlu’nda bunu gördük. Belki bazıları sandığa gidip oy vermiyor ama onların gönlüne de girebiliyorsun ve kalıcı izler bırakabiliyorsun. Seçim sonrası gezilerimizde bunu görüyoruz. “Ben size oy vermedim ama sizleri çok takdir ediyorum. Çok güzel, çok iyi, çok adil insanlarsınız. Bu çalışmalarınıza devam edin” diyorlar. Halkla aramızda kültürel engeller olduğu iddiası da bir hikaye. Biz sanki halkın dışında insanlarmışız gibi bir algı oluşturuluyor. 12 Eylül öncesi solun toplumsallığı ve halkçılığı ortada. Şimdi bu toplumsallığı ve halkçılığı yeniden inşa etme zamanı. Şunu da söyleyeyim, dindar insanlarımız da bu dincilikten rahatsız. Milliyetçi, muhafazakar toplumsal kesimlerle çok önemli bağlar kurduk, azımsanmayacak bir kısmının oyunu da aldık. Seçim sonrası bize bu kesimlerden görüşme ve ilişkileri sürdürme önerileri geliyor. Tüm kara propagandalara rağmen halkla buluşmada hiçbir sıkıntı çekmedik. Kimse bize, “Sizin burada ne işiniz var, çekin gidin buradan” gibi bir şey söylemedi. Bize oy vermeyenler bile “Gerçekten gönülleri kazandınız” dediler. Bizim en büyük başarımız da bu.

BİZ BURALARI ÇOK BOŞ BIRAKMIŞIZ

Beyoğlu’nda kampanya süreci, hem size hem çalışmada bulunan diğer insanlarda fikri anlamda bir yenilenmeye neden oldu mu? “Bu işi böyle yapmak lazımmış demek ki” dediğiniz şeyler var mı mesela?

Şunu gördüm, biz buraları çok boş bırakmışız. Gerçekten bu insanların bizlere ihtiyacı var. Kendisini çıkarsız ve içten seven kişilere, yani devrimcilere bu halkın ihtiyacı var. Şimdi biz buralara döndük. En azından Beyoğlu ölçeğinde döndük. Hatta ilçede geçmişi de yaşamış bir imam şöyle dedi: “Mahallenin abileri, ablaları, çocukları geri döndü. Ne güzel.” Ben bir mitingde yaptığım konuşmada bunu dile getirmiş ve “Rahat olun artık, mahallenin abileri, ablaları geri döndü. Mahalleyi artık terk etmeyeceğiz” demiştim. Şimdi bizim sözümüzü tutmamız ve bu mahalleleri terk etmememiz gerekiyor. İnsanlar bize, “Bizi bırakmayın” diyor. Onları bırakmayacağız. Yakaladığımız ilişkileri daha büyütmemiz lazım

Siyaset seçimden seçime yapılamaz. Bu konuda halktan çok eleştiri var. Bizi görememekten şikayet ediyorlar. Seçimden seçime çalışma yürütürseniz, genel siyasi tabloya bağlı olarak belki bazı başarılar yakalayabilirsiniz. Ama toplumun içine nüfuz edebilme açısından, her gün, her yerde siyaset yapmak ve bu siyaseti de toplumsallaştırmak lazım. Halkın dertlerine derman olabilmek, çeşitli örgütlenme araçlarıyla onların gündelik hayatının içine girebilmek lazım. Mücadeleyi çok yönlü ele alacak, bire bir siyaset zeminleri kurabilecek örgütlenmeler gerekiyor. 

KALICI ÖRGÜTLENMELER KURMAK ZORUNDAYIZ

Bu örgütlenme, bağ kurma, bir araya gelme biçimlerine yönelik tartışmalar son dönemlerde dünyada da Türkiye’de de yapılıyor. Solun bir de kendi tabanını bütünüyle siyasete entegre edememe gibi bir sorunu da var. Aklı, kalbi solda olan insanlar mücadelenin içinde yer alabilecek alanları bulamıyor ve sonuç olarak da dışarıda kalıyor. Beyoğlu kampanyasında bu problem aşıldı ve geniş bir siyaset zemini kurularak, kendini siyasete uzak hisseden insanlar yeniden bir çarkın dişlisi haline geldi. Bunu sürekli kılmak ve organik hale getirmek için ne yapmak lazım?

Bunu belirleyecek olan pratiğin kendisidir. Yeni fikirler ve örgütlenmeler ancak bir pratiğin içinde şekillenir. Pratiğin dışında kalarak, her şeyi çözecek bir fikir bulabilmek mümkün değil. Beyoğlu özelinde, bizim nasıl bir örgütlülük kuracağımızı belirleyecek olan, orada kurduğumuz toplumsal ilişkilerdir. Biz Beyoğlu’nda belediyeyi kazandığımızda neler yapacaksak, imkanlar ölçüsünde aynı şey olamaz belki ama, bundan sonra da o hedefleri gerçekleştirmeye çalışacağız. Örneğin mahalle meclisleri diyorduk. Belediyeyi kazanamadık diye çalışma yaptığımız mahallelerde, çalışmaya katılan, bize oy versin ya da vermesin, tüm insanların bir araya gelebileceği mahalle meclislerini neden kuramayalım? O mahalle meclisleriyle, halkın çok çeşitli ihtiyaçlarına niye yanıt vermeyelim? Biz bir toplumsal sorumluluk aldık ve onun gereğini yerine getirmemiz lazım. İlk etapta seçim sonrası teşekkür ziyaretlerimize başladık. Bu ziyaretlerimizi sürdürmeye devam edeceğiz. İnsanlara teşekkür ediyoruz. Herkes şaşırıyor, “Bu ilk defa oluyor” diyorlar. Kaybeden bir belediye başkan adayının gelip teşekkür etmesi, hiç görülmüş bir şey değil. Biz sadece “Merhaba” demeye gitmiyoruz, oralarda kalıcı örgütlenmeler kurmak için de çalışma içerisinde olacağız. Bunu 5 yıl sonra adaylık üzerine inşa etmiyoruz. Bir yerde kültür sanat evi, dayanışma evi açmak gerekiyorsa bunun için çalışacağız. Bir yer de aş evi açmak gerekiyorsa, bunun için çabalayacağız. Çok sayıda sahipsiz amatör spor kulüpleri var. Bunlarla ilgileneceğiniz, gençlere yardımcı olacağız. Seçim kampanyası bu işin bir başlangıcıydı. Bizim bundan sonra aynı zamanda Beyoğlu AKP belediyesini de mahalle meclisleriyle yakın markaja alacağız. Yani AKP zihniyetine, “Oh ne güzel, Beyoğlu’nu kazandık, artık her şeyi istediğimiz gibi yaparız” dedirtmeyeceğiz.

***

AKP, MAĞLUBİYET DUYGUSUNU BASTIRIYOR

AKP’nin İstanbul seçimi konusundaki ısrarını nasıl yorumluyorsunuz?

İki nedeni var. Birincisi, kitlelerine tam bir mağlubiyet duygusu yaşatmamak, ikincisi muhalefetin galibiyet duygusunu engellemek. Seçimi, İmamoğlu ve CHP’nin şaibeli bir şekilde kazandığı yönünde bir algı yaratmak istiyorlar. Bu arada, belediyede olan biten tüm kirli işleri de temize çıkarma amaçları var gibi gözüküyor. Bu da önemli bir boyut, yabana atmamak lazım. Belediyeleri soyup soğana çevirdiler. Belediyeleri iflas noktasına getirdiler. Kendileri için büyük bir kazanç kapısı yaptılar ama aynı zamanda belediyeyi borç yükü altında bıraktılar.