Tablo bize demokrat ve devrimci sola düşen iki boyutlu görevi de gösteriyor. Bunlardan birincisi, bu özgül “tek adam” sistemini çağa meydan okuyan bir inatla tam bir diktaya çevirmeye çalışan  Erdoğancı güçlere direnen cepheyi genişletmeye çalışmak; ikincisi de, daha uzun vadeli bir vizyonla, ülkede, demagojik bir popülizmle değil de bilimsel analizlerle bu ülkede tüm yoksul ve mağdurların temsilcisi haline gelmeye çalışmak

Alternatifsizlik ve muhalefetin yanlışları*

“Alternatifsizlik”in temellerini galiba küresel düzende aramalıyız. 2008’de kapitalizm genel bir krizle karşılaşınca iktisatçılar 1929 krizini anımsamış ve ondan söz etmeye başlamıştı. Oysa 2008’de kapitalizm çok daha “küreselleşmiş” olduğu için tehlike de daha büyüktü. Aslında emperyalizmin son aşamasını temsil eden bu süreci, yeni düzenin mimarlarından Margaret Thatcher “artık alternatif yok” diye özetlemişti. Artık “sağ” ve “sol” yok, tek bir politika var diyordu. Böylece bir zamanlar alay konusu olan “ne sağcıyım ne solcu!” formülü de egemenlerin sloganı haline geldi.

Oysa bu “alternatifsiz” düzen kısa sürede açgözlü finansçıların hegemonya kurduğu bir “kumarhane ekonomisi”ne dönüştü. 2008 krizi ABD’den kaynaklanan bu yağma sistemini tüm boyutlarıyla sergiledi. Kuralsızlaşmış bir piyasada Madoff, Enron, Worldcom, Parmalat gibi şirketler legal sınırları da zorlayarak düpedüz hırsızlık yapmışlardı.

İmdada merkez bankaları yetişti ve fırtına birkaç kurbanla yatıştırıldı. Emperyal merkezlerde “parasal gevşeme” adı altında piyasalar paraya boğuluyor, faizler sıfıra yaklaşıyordu. Finansın egemen olduğu bir dünyada, her zaman yüksek faizlerle çalışan ülkeler de bundan büyük bir pay aldılar. İşte Türkiye’nin krizi, teğet geçmese de, çok hafif atlatmasının nedeni de bu oldu. 2010 ile 2017 arasında Türkiye’ye 110 milyar dolar civarında doğrudan yabancı yatırımı yapıldı. Özelleştirmeler, sıcak para, turizm gelirleri ile miktar çok daha büyüdü. Erdoğan’ın her meydan mitinginde bıkıp usanmadan tekrarladığı “büyük kalkınma”nın temelinde bu gerçek yatıyordu.

Gerçekten de Türkiye’de son dönemde kapitalizm önemli bir büyüme sergiledi. Ne var ki bu büyüme dar sınıf çıkarlarıyla beslendi. Bu sınıfsal politikanın sosyal dayanağını MÜSİAD, TOBB, esnaf dernekleri gibi kuruluşlar; hukuki dayanağını İhale Kanunu, Yap İşlet Devret Kanunu ve Özelleştirme Kanunu gibi yasalar; kültürel kodlarını da İmam Hatip okulları, Vakıflar ve tarikatlar oluşturdu. Ne var ki bu politika sonunda Türkiye’yi 450 milyar doları aşan dış borcuyla krizin eşiğine getirdi. Uluslararası Finans Enstitüsü’nün son rakamlarına göre Türkiye, GSMH’nın % 47’sine varan (özel-kamusal) dış borcuyla Arjantin’den (% 50 üstü) hemen sonra geliyor. IMF verilerine göre bu oran çok daha yüksek: % 53,4. Oysa Arjantin IMF’nin önünde şimdiden diz çöktü. Borç oranı ile “kırılganlar” arasında yer alan- Meksika ve Güney Afrika’da oran % 25’in; Brezilya ve Malezya’da da % 20’nin altında.

Erdoğan’ı taklit ederek muhalefet yürütülmez
Bu sınıf politikası Türkiye’de inşaat ve enerji sektörünün başı çektiği rantçı ve gözü kara bir burjuvazi yarattı. İktidar, baskı ve cezalandırma yöntemleri ile laik burjuvaziyi de sindirmiş ve bir “havuz medya” yaratarak medyada da hegemonya kurmuştu. Böylece, bu çılgın projeler çağında bütün oklar da laik muhalefete çevrildi. Anayasa’sında laiklik temel ilke olan bir ülkede “laiklik” adeta aşağılayıcı bir sıfat haline gelmişti. Kendini Müslüman değil de Deist (Allah’a inanan) ilan edenler bile hakarete uğruyorlardı. Muhalefet de çoktandır sadece İslamcıların değil, liberallerin de hedefi haline gelmişti. İddiaya göre bu ülkede doğru dürüst bir muhalefet yoktu; demokrasi bu yüzden aksıyordu! O kadar ki CHP bile bu baskının altında ezildi ve parti başkanı Kılıçdaroğlu, MHP ile anlaşarak İslamcı Ekmeleddin Bey’i cumhurbaşkanı adayı gösterdi. O başarılı olmayınca, bu kez de Abdullah Gül’ü aday göstermeye çalışarak, Başkanlık seçimini adeta AKP’nin bir iç seçimi haline getirmeye çalıştı. Parti içi muhalefet buna karşı çıktı ve o da farklı bir strateji önerdi. Mademki Erdoğan seçimleri hep kazanıyordu, o halde onun yöntemlerini taklit etmek gerekiyordu. Bu “strateji”nin başını da Muharrem İnce çekti ve aday olarak uyguladı. Seçim kampanyasına Erdoğan’la “dertleşerek” başladı; kasket giydi; zeybek oynadı ve bol bol vaatlerde bulundu. Dış politikada da geri kalamazdı: Erdoğan’ın gidemediği Gazze’ye gideceğini, Erdoğan’ın kapatamadığı İncirlik üssünü kapatacağını vaatlerine ekledi. Ne var ki bunlar da başarı için yetmedi ve İnce, bu umutsuzluk ortamında bir heyecan yaratmış olsa da, yarışı Erdoğan’ın on milyon oy gerisinde tamamladı. Erdoğan’ı taklit etmek de işe yaramamıştı. Bu demektir ki ana muhalefet partisinin daha gerçekçi ve daha vizyoner bir üçüncü yol bulması gerekiyor.

Direniş cephesini genişletmeliyiz
Türkiye’de parlamenter sistem önce fiilen değişti; 24 Haziran seçimleriyle de buna anayasal bir kılıf uyduruldu. Şimdi Türkiye’ye özgü bir “başkanlık rejimi”ne girmiş bulunuyoruz. Kuşkusuz bu rejim demokratik olmaktan çok uzak; fakat tam bir dikta rejiminden de söz edemeyiz. Dikta rejimleri şefin adı etrafında yaratılan psikolojik bir teröre dayanır; insanlar en yakınlarıyla konuşurken bile temkinli davranırlar. Bugün bizde böyle bir durum yok; 16 yıllık Erdoğan yönetiminden sonra olması da mümkün görünmüyor. Bunun için iktidarın, partileri, yayın organları ve STÖ’leri ile tüm muhalefeti tasfiye etmesi gerekir ki bu büyük bir karmaşaya, hatta bir iç savaşa yol açabilir. Türkiye’de yarı anarşik bir durum var; hem yaygın ve selektif bir zulümle karşı karşıyayız, hiç kimse güvende değil; hem de güçlü bir demokratik muhalefet mevcut. Ne var ki ortada iktidara aday bir sol parti de yok! Bu yönetimiyle CHP’yi “sol” bir parti olarak niteleyemeyiz. 1960’larda Türkiye’de sol yükselirken çok partili rejimimiz “Filipin demokrasisi” diye eleştiriliyordu. Bu, sol kanadı olmayan bir demokrasi anlamına geliyordu. Tarihin cilvesi, bugün varılan noktada da Erdoğan’ın adı, Batı kamuoyunda Filipin Başkanı otokrat Duterte ile birlikte anılıyor. Bu tablo bize demokrat ve devrimci sola düşen iki boyutlu görevi de gösteriyor. Bunlardan birincisi, bu özgül “tek adam” sistemini çağa meydan okuyan bir inatla tam bir diktaya çevirmeye çalışan Erdoğancı güçlere direnen cepheyi genişletmeye çalışmak; ikincisi de, daha uzun vadeli bir vizyonla, ülkede, demagojik bir popülizmle değil de bilimsel analizlerle bu ülkede tüm yoksul ve mağdurların temsilcisi haline gelmeye çalışmak. Tarihte kalıcı zaferler hep bu ikinci yolla kazanılmıştır.

*Muhalefet hareketinin krizi ve muhalefet nasıl alternatif oluşturabilir sorularını, Taner Timur ‘ yönelttik. Redaksiyon’ın 1 Ağustos’ta çıkacak olan sayısında yayınlanacak sayısında Türkiye, Orta Doğu ve ekenomik kriz analizleriyle birlikte yer alacak söyleşiden özetlenmiştir.