Mutabakatın hem şeklen hem de içerik olarak önemli bir siyasi olay olduğu açıktı. Peki, bu mutabakat ne pahasına gerçekleşebilmişti? Başka deyişle bu mutabakat metni Türkiye’yi ne kadar ileriye ne kadar geriye götürmekteydi?

Altılı Mutabakat Metni: Ne kadar ileriye?

OĞUZ OYAN

Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem Mutabakat Metni” (kısaca MM) 28 Şubat’ta altı parti tarafından ortak bir açıklamayla kamuoyuna sunuldu. İşin gösteri tarafı iyi kotarılmıştı. Ukrayna savaşına rağmen gündemin merkezine oturabildi. Gerçi iktidar medyası beklendiği gibi olayı sansürlemeyi tercih etti ama iktidar partileri yöneticilerinin gözü kulağı herhalde olayı naklen yayınlayan gerçek medyadaydı.

Mutabakatın hem şeklen hem de içerik olarak önemli bir siyasi olay olduğu açıktı. Peki, bu mutabakat ne pahasına gerçekleşebilmişti? Başka deyişle bu mutabakat metni Türkiye’yi ne kadar ileriye, ne kadar geriye götürmekteydi? Bu yazıda bunların üzerinde durulacaktır. Ama önce bazı saptamalarla ilerleyelim.

Bazı ön saptamalar

Altı parti liderinin ortak imza töreni aslında Millet İttifakı’nın dört üyeden altı üyeye çıkışının tescili anlamındaydı.

Altı partinin seçimler sonrasına dönük bir siyasi proje üzerinde ortaklaşabilmesi kuşkusuz hem Türkiye hem de dünya siyaseti bakımından önemli bir olaydı.

Daha önemlisi, otokratik bir rejimden demokratik yollarla çıkışı öngören bir siyasi yol haritası çizilmesi, dünyada çok fazla benzeri olan bir siyasi ittifak ve eylem türü değildi. Özellikle de bu ittifakın ağırlık merkezi siyasi yelpazenin merkez-sağında oluşuyorsa… (Latin Amerika örnekleri daha çok merkez-sol ile sosyalist sol ittifaklarıdır. CHP’yi ise artık en fazla merkez partisi olarak kodlamak mümkün.)

MM’nin eksiklerine bakınca bunun iktidara talip bir siyasi ittifakın tek programı olamayacağı anlaşılır. Ama “demokrasiyi” merkezine alan bir metinde laiklik ve Kürt sorununa ilişkin vurguların olmaması metnin savunmacı karakterini gösterir. Ekonomiye ilişkin çözüm önerilerinin yokluğunu belki bunun bir ‘Ortak Ekonomik Program’ açıklamasına bırakıldığına yorabiliriz. Altılının bir ekonomik programda ortaklaşmalarının daha kolay olabileceği bile düşünülebilir; nitekim neoliberal düzenleme rejiminin kurallarına sadakatleri neredeyse her gün ilan edilmekte. Elektrik dağıtımı ve KÖİ’ler gibi alanlarda topluma bazı devletleştirme vaatleri verildi ama bunun dahi sulandırılması olanaksız değil.

Dış politikanın ve bağımsızlık kaygılarının MM’de olmaması bunun da bir başka metine bırakıldığı anlamına mı gelir? Sanmıyoruz. Kaldı ki Millet İttifakı’nın Cumhur İttifakı’na kıyasla daha bağımsızlıkçı bir pozisyona vurguları şimdiye kadar salt bazı ekonomik sorunlarda (gıda ve enerji güvenliği, borçlanma gibi alanlarda) gündeme gelebildi. Siyasi düzlemde, bu ayrı ittifaklar sanki “kim daha NATO’cu/Batıcı” yarışmasına çıkmış müsamere çocukları gibiler. Bu yaklaşımın arkasında yerli sermayenin öncelikleri de belirleyicidir mutlaka.

MM’deki vaatlerin önemli bir bölümü Anayasa’nın değiştirilmesine bağlıdır. Demek ki, anayasa değişikliği olmaksızın ve kısmen mevcut anayasa hükümlerinin etrafından dolanarak yapılabilecek olanların da bir mutabakat metnine bağlanması şarttır. Bunun hazırlıklarının daha örtük olarak yapılıyor olması şaşırtıcı olmaz.

Dört farklı eğilimden bahsediliyor. Tabanlar bakımından kısmen doğru olabilir. Ama yönetim kademeleri bakımından daha törpülenmiş ve birbirine yakınlaşmış eğilimler olduğu söylenmeli. Kaldı ki, merkez-sağı temsil ettiği varsayılan Demokrat Parti’nin herhangi bir tabanı olmadığından üç siyasi eğilimden söz etmek daha doğru olabilirdi. Ama burada da sorunlar var: İYİP milliyetçi tabana sesleniyor ama sahillerin cumhuriyetçi oylarına da talip. Yani “milliyetçi/merkez-sağ” konuma yerleşmek istiyor. DEVA ve Gelecek partileri de siyasal İslamcı kimliğe takılıp kalmadan bir “dinci muhafazakâr-liberal” kokteyle yani ‘a la turca’ bir merkez-sağa oynamak istiyorlar. Kendi siyasal İslamcı kimliğini en iyi muhafaza eden galiba Saadet Partisi oluyor. Cumhuriyet’in kurucu partisinin merkez-sağa yönelişinin de giderek bir ‘muhafazakâr-Cumhuriyetçi senteze’ kaydığı görülecektir. Bunu sadece Millet İttifakı’nın “zorladığı” ödünlere bağlamak yanıltıcı olacaktır.

Mutabakat Metni’nin ileriye bakan yönleri

Metnin ayrıntılarına girmeden seçtiğimiz bazı başlıkları sıralayabiliriz:

Cumhurbaşkanlığı Yönetim Sistemi’nin tasfiyesi önemlidir. Ama öyle anlaşılıyor ki, Anayasa’yı değiştirmeye yetebilecek bir Meclis çoğunluğu oluşturulamazsa dahi, Cumhurbaşkanlığı (CB) seçimi kazanıldığı takdirde, ilk yasama döneminde de bazı adımlar atılabilecektir. Örneğin, Cumhurbaşkanının yetkilerinin fiilen kısıtlanması; CBK çıkarma yetkisinin sınırlandırılması; bakanları, üst kademe kamu yöneticilerini ve yüksek yargı üyelerini atama yetkilerinin kolektif olarak kullanılarak CB imzasına sunulması; bir CB yardımcısının (olasılıkla İYİP genel başkanının) fiili başbakan olarak çalışması; bakanlar heyetinin fiilen bakanlar kurulu gibi karar alabilmesi (kuşkusuz Anayasa değişene kadar nihai onayın CB’den geçirilmesi kaydıyla), vb. Bütün bu olasılıklar, MM’nin ruhuna harfiyen uyacak bir CB adayının çıkarılmasının önemini artırmaktadır.

Bütçe hakkının TBMM’nin devredilemez bir hakkı olarak düzenlenecek olmasını önemsiyoruz. Bütçe yapımında TBMM’nin rolünün artırılmasını, bir Kesin Hesap Komisyonu kurulmasını, Sayıştay raporlarının eksiksiz biçimde bu Komisyon’a sunulmasını da öyle.

Meclis’in çok zayıflamış bulunan yasama ve denetim yetkilerinin artırılması da önemli bir gelişme olacaktır. Bu bağlamda, Meclis İç Tüzüğü’nün hem muhalefetin söz hakkını artıracak hem de toplumun örgütlü kesimlerinin yasa yapım süreçlerine aktif katılımını sağlayacak şekilde değiştirilmesi; gensorunun geri getirilmesi, Meclis araştırmasının etkinleştirilmesi; “Torba Yasalara” son verilmesi; AYM’nin yasaların Anayasaya uygunluğunun denetimindeki rolünün artırılması; Sayıştay’ın yürütmenin baskılarına kapalı tutularak görevini yapmasının sağlanması önemlidir. (Bunlara ek olarak “Temel Yasa” uygulamasının rutin yasama biçimine dönüştürülmesi de engellenmelidir).

Yüksek yargının yeniden yapılandırılması önemlidir ama bu da esas olarak Anayasa değişikliği gerektirir. Kaldı ki Anayasa, MM doğrultusunda değiştirilmiş olsa bile, bazı sorunlar olabilecektir: Yüksek yargı üyelerinin önemli bir bölümünün ve Sayıştay’ın tüm üyelerinin TBMM’de üçte iki nitelikli çoğunlukla seçilmesinin öngörülmesi ilk bakışta iyi bir çözüm gibi gözükmektedir; ancak bu, partilere kontenjanlar tanınması biçimine kolayca dönüşebilecektir.

Yolsuzlukları önlemeye dönük adımların da ileriye dönük olumluluklar arasında görülmesi gerekir: Mal bildirimi, şeffaflık, İhale yasası, siyasi etik yasası, vb.

Kamuya eleman alımında özellikle savcı, yargıç ve öğretmenlik mesleklerinde, kariyer ilerlemelerinde liyakate öncelikle yer verilmesi, sözlü sınavlarla yapılan haksızlıkların giderilmesi önemsiz değildir. Kamu idaresine ve ülke yönetimine güvenin yeniden sağlanması, gençlerin gelecek kaygılarının hafifletilmesi bakımından da önemlidir.

İfade ve basın özgürlüğünün, toplantı ve gösteri yürüyüşlerinin güvenceye alınmasına ilişkin taahhütler, akademisyenlerin ifade özgürlüğünün güvenceye alınması, insan ve çevre haklarının, cinsiyet eşitliğinin eğitim sistemine alınması ve benzerleri, sözde kalmayacaksa önemlidir.

Yerel yönetimler üzerindeki idari ve mali vesayetin sınırlandırılması; kayyum uygulamasına son verilmesi de onarılması gereken sorunlar demetine aittir. Burada Büyükşehir Belediye Meclislerinin daha demokratik oluşumuna değinilmemiş olması eksikliktir.

Topluca bakıldığında, MM’nin işaret ettiği yön birçok bakımdan 2017 Anayasası öncesinin hatta AKP öncesinin parlamenter sisteminden daha ileride gözükmektedir. Dolayısıyla “restorasyon”u aşan düzenlemeler var gibidir. Ancak MM’nin bu saptamayı gölgeleyen yönleri de vardır.

altili-mutabakat-metni-ne-kadar-ileriye-988205-1.
CHP, DEVA, Demokrat Parti, Gelecek Partisi, İYİ Parti ve Saadet Partisi hazırladıkları
Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem önerisini Ankara’da kamuoyuna açıkladı.

Peki, ya geriye gidişler?

“Geriye gidişler” dört başlık altında toplanabilir. Aslında bunların üçü AKP dönemindeki geriye gidişlerin kanıksanması anlamındadır. Dördüncüsü ise AKP döneminin de çok öncesine giden bir “geriye sarma” yaklaşımıdır.

Bunlardan ilk ikisi geçtiğimiz hafta sıkça dillendirildi: Birincisi, İstanbul Sözleşmesi’ne yeniden dönüleceğine dair bir atıf yapılmamış olması; ikincisi ise özellikle eğitim ve yargıda büyük yara alan laiklik konusunda herhangi bir taahhüdün MM’de yer almamış olmasıdır. CHP ve İYİP’in İstanbul Sözleşmesi konusunda asıl ödün veren taraflar olduğu anlaşılıyor. Gerçi kadın haklarının savunulması ve kadın-erkek eşitliğinin sağlanması önerileriyle bu geri adım telafi edilmeye çalışılmış. Ama yeterli mi?

Laiklik konusu daha önemli. Anayasa’nın ilk dört maddesine atıf yapılmaması bir yana, MM’de “Din ve vicdan özgürlüğü” başlığı altında şu tanıma yer verilebiliyor: “Din ve vicdan özgürlüğünü güvence altına alan demokratik laik hukuk devleti çoğulcu toplum düzeninin temelidir”. Bu tanım, mevcut Anayasa’nın “Din ve vicdan hürriyeti” başlıklı 24. maddesinin bile gerisindedir. “Laik hukuk devleti” sanki “din ve vicdan özgürlüğünü güvenceye alan” bir devletten ibarettir. Gerçi laiklik zaten epeydir savunulmayan mevziydi, ama bu kadar geriye savrulmak da ne oluyor?

Çok konuşulmadı ama Türkiye’de ve özellikle AKP döneminde en çok örselenen haklardan olan emeğin haklarının özel olarak vurgulanmaması bu metnin üçüncü en büyük “eksikliğidir”. Metinde “Sosyal Haklar” başlığı altındaki son düzenleme, sosyal hakları devlet yardımlarına indirgemektedir. Oysa mevcut Anayasa’da “Sosyal ve Ekonomik Haklar ve Ödevler” başlığı altında düzenlenen üçüncü bölümde (m.41-65) çalışma hakkı (m.49-50) ile sendikal haklar (m.51-52) da içerilmektedir. Bunların da uygulamada çok yetersiz kaldığı ve Türkiye’de en çok çiğnenen hakkın, sendikalaşma ve grev hakları olduğu bilinmektedir. Şimdi bu konuda bir eksiklikten ziyade, sermayeye mesaj verme çabasının olduğunu vurgulamalıyız. Altılı ittifakın ekonomik programı da bu tür sosyal haklara zaten yer açmayacaktır.

1921 Anayasası’na özenmek!

Dördüncüsü MM’nin en sorunlu bölümüdür. “Yeni bir sistemi öneriyoruz” başlığı altında şu ifadeler yer alıyor: “Bununla birlikte ülkemizde hiçbir zaman gerçek anlamda çoğulcu demokrasiye geçiş de mümkün olmamıştır. 1921 Anayasası’nın nispeten kapsayıcılığının peşinden kurulan Türkiye Cumhuriyeti devleti, sonraki anayasalarında daha dar kalıplara girmiştir. 1961 Anayasası, birçok yeni ve önemli düzenleme getirmiş olsa da çok partili siyasi hayatımıza sekte vuran bir askeri darbenin ardından hazırlanmıştır. Buna bağlı olarak da (…) bürokratik vesayet düzenine sebep olmuş, (…) siyaset müessesesi istikrarsızlığa mahkûm edilmiştir”.

Şimdi hem metnin Önsöz’ünde “Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem ile geçmişe dönmeyi değil, Türkiye Cumhuriyeti’nin köklü devlet ve Cumhuriyet tecrübesinin demokrasi ile taçlandırıldığı yeni bir sisteme geçmeyi hedefliyoruz” diyeceksiniz, hem de Cumhuriyetin gelişmeci doğrultuda ilerleyen anayasacılık deneyimini ve bunun en önemli aşaması olan 1961 Anayasasını çöpe atarak işe başlayacaksınız! Üstelik sığındığınız Anayasa hangisidir? MM’nin Giriş’indeki “anayasal devlet” tanımıyla tamamen çelişen, çoğulcu demokrasiyi, kuvvetler ayrılığını içermeyen ve Cumhuriyet öncesinde kalmış 1921 Anayasası! Demek ki 1921 Anayasası üzerine bir parantez açmamız gerekiyor.

23 maddelik 1921 Anayasası, boşlukları 1876 Anayasası tarafından doldurulan yarım bir anayasadır. 1921 metni, henüz merkezi yapıların kurulamadığı bir dönemde Kurtuluş Savaşı’nın yönetimini düzenlemiştir. Bununla birlikte, 1921 Anayasası kısa ömrüne rağmen, “milli egemenlik” kavramını yeni devletin dayanağı yapmış olması, Meclis’te bir kuvvetler birliğini gerçekleştirmesi ve meclis hükümeti sistemine yol açması bakımlarından izleyen anayasal süreçleri de etkileyecektir. (Bkz. O. Oyan, “Türkiye’de Gelişmeci Anayasal Düzenden İkinci Cumhuriyet’in Anayasasına”, Seyhan Erdoğdu’ya Armağan içinde, s.55-74).

1921 Anayasası siyasi İslamcıların, ayrılıkçı Kürt hareketlerinin ve frensiz liberallerin baş tacı olagelmiştir. Bunun bir nedeni de merkezi idarenin henüz yeterince hâkim olamadığı 1921’de “eğitim, sağlık, iktisat, ziraat, bayındırlık... gibi görevlerin vilayetlerin sorumluluğuna” verilmiş olmasıdır. Oysa bu sorumluluk henüz 1923’te Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte merkezi idareye verilecektir. Buna karşılık “Türkiye devletinin dini, Dini İslâmdır” hükmü 1921’de değil, 1923 değişikliğiyle (Cumhuriyet’in ilanına ek destek amacıyla) Anayasa’ya girecektir. (O zaman hangi 1921 Anayasası?). Bu son hüküm 1924 Anayasası’nda da yer alacak ancak 1928’de çıkarılacaktır. 1937’de laiklik Anayasa’nın 2. maddesinde yerini alacak ve izleyen anayasalarda korunacaktır.

Buradaki ortak paydanın Cumhuriyetin üniter yapısına ve laikliğe düşmanlık olması rastlantı olabilir mi? Bir asır sonra 1921 Anayasası’ndan medet ummak ancak bir ideolojik saplantının ve sığlığın ürünü olabilir. Cumhuriyet’in kurucu partisinin Cumhuriyet öncesinin geçiş anayasasını sahiplenmesi ise, Cumhuriyet’le ve devrim yasalarıyla bağını tamamen koparması anlamındadır. İşin aslı, AKP’nin 2017 Anayasası da gerekçesinde 1982, 1961 hatta 1924 Anayasası dahil tüm Cumhuriyet anayasalarını ve özellikle de “vesayetçi” denilen 1961 Anayasası’nı mesnetsiz biçimde hedef almıştır. Şimdi değiştirilmesi için harekete geçilmiş bulunulan 2017 Anayasası ile aynı ideolojik çizgide buluşulmuş olması, MM’nin en zayıf ve tartışmalı yönüdür.

“Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem Mutabakat Metni” her şeye rağmen ileri bir adımdır. Keşke Cumhuriyet’in anayasal birikimi ve demokrasinin “olmazsa olmazı” laiklik konusu böylesine harcanmamış olsaydı.