“Devlete güvendik ama bakın ne hale getirdiler memleketi. Bizim dağlarımızı yok etmesinler diye, çocuklarımız zehirli su içmesin diye geldik buralara.”

Altın madenini istemeyoz gari!

ANIL ATAŞ

Kazdağları’nda Kanada merkezli maden şirketi Alamos Gold’un siyanürlü altın arama faaliyetine karşı isyan büyüyor. 26 Temmuz günü başlayan nöbet, 5 Ağustos’taki kitlesel eylemle devam etti. Binlerce köylü, öğrenci, sanatçı, akademisyen, avukat, çevre savunucusu Kirazlı Balaban’da buluştu. Yaklaşık 2 kilometrelik yürüyüşün ardından maden sahasına ulaşan yurttaşlar; alkışlarla, ıslıklarla, ağızlarında “Altıncı filo, Kazdağı’nı terk et!” sloganıyla tel örgüleri aşarak inşaat alanına girdi. Bugüne dek yalnızca girişteki tel örgülerin arkasındaki kısım görüntülenebiliyorken, bu sefer talanın öte tarafını da çok daha net görmüş olduk. Yüz binlerce ağaç, yerini bir avuç taşa toprağa bırakmış. Hem de ne için? Yalnızca yüzde 4’ü bize kalacak olan altın için… İnşaat alanının ortalarında bir yerde duruldu ve basın açıklaması yapıldı. Basın açıklamasının ardından ismini öğrenemediğimiz bir teyzenin söylemleri çok dokunaklıydı: “Biz ormanımızı canımız gibi seviyoruz. Bizim ormanımızda bugüne kadar yangın bile çıkmamıştı. Bu kıyıma yüreğiniz nasıl dayandı?”

Eylem sonrasında bölgeye fidan dikimi gerçekleşti ve Tarım Orman İş Sendikası şantiyeye mühür vurdu. Dönüş yolunda birkaç yöre insanıyla sohbet etme fırsatı yakaladık. Bunlardan birisi ise Emine Teyze idi. Bayramiç’in Evciler Köyü’nden kalkıp gelmiş buralara. Çok doluydu: “Devlete güvendik ama bakın ne hale getirdiler memleketi. Bizim dağlarımızı yok etmesinler diye, çocuklarımız zehirli su içmesin diye; ağaçlarımız, hayvanlarımız telef olmasın diye geldik buralara. Devlet bilmiyor mu siyanür ne kadar zararlı? Niye yapıyorlar bunu bize?”

Bahçesindeki elma ağaçları çürümesin, suları kirlenmesin diye mücadele veriyor Emine Teyze. Eşi de, komşuları da hemen hemen aynı şeyleri tekrar ettiler: “İstemeyoz gari biz bu madeni de, altını da. Gitsinler!” Görüştüğümüz herkesin duyurmak istedikleri tek bir söz vardı: “Biz bu madeni istemeyoz gari!”

Emine Teyze ile vedalaştıktan sonra Tahsin Abi ile rast geldik: Tahsin Kumkumoğlu. Zamanında Zonguldak’ta kömür madeninde jeoloji mühendisi olarak çalışıyormuş, aynı zamanda dönemin KESK Enerji Sanayi ve Maden Kamu Emekçileri Sendikası şube başkanıymış. 675 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile işinden ihraç edilmiş, ardından Balıkesir’e yerleşmiş. Eylemi duyunca da kalkıp gelmiş Kirazlı’ya. Bu talanı nasıl değerlendirdiğini sorduğumuzda, “Hayatı bitirmektir bunun adı. Buna diyebileceğimiz hiçbir şey yok. Para her şey değildir. Parayı yiyemezsiniz ama toprak her şeydir. Toprak hayatın kendisidir. Biz bu toprağı kendi ülkemize kalmayacak bir para uğruna mahvediyoruz. Emperyalist, kapitalist ülkelere peşkeş çekmektir bunun adı” yanıtını aldık.
İki kilometrelik dönüş yolunun ardından nöbet alanına geri döndük. Kimisi geldiği otobüslere binip dönüş yolunu tutarken, kimisi de aç karnını doyurmaya sandviçlerin başına geçmişti. Tentelerin altında ekmeği elinde Hafize Demir ile göz göze geldik, oturduk sohbete. Kendisi Lapseki’nin Şahinli Köyü’ndenmiş. Ona madenle ilgili düşüncelerini sorduğumuzda söylediği ilk şey diğerleriyle aynıydı: “Yok, istemiyoruz biz bu madeni. Tek diyeceğim bu. İstemeyoz gari! Başka da söyleyeceğim şey yoktur.”

Başka söyleyecek bir şeyim yok dedi ama söyleyecek çok şeyi vardı belli. Tutamadı kendini, devam etti: “İçme sularımız hiç iyi değil. Öyle güzeldi ki suyumuz evvelinde, çeşmelerden şırıl şırıl akıyordu. Ta İstanbullara gönderdik suyu, sağlıklı değil dediler. Deniz suyu içiyoruz resmen, valla tuzlu su içiyoruz. Doldurduk koyduk suyu önlerine, ‘Biz içiyoruz, siz de için’ dedik. İçmiyorlar.”

Çocukların su yüzünden hastalandığından bahsetti Hafize Teyze. “Çocuklar hastalanıyor, doktora gidiyoruz, ‘su yüzünden’ diyor. Ne yapabilirsin? Suyumu içmeden nasıl yaşayacağım? Hadi vasıtam olsa gideyim doldurayım dışarıdan. Vasıtası olan gidiyor getiriyor temiz suyunu, vasıtası olmayan da bakıyor. Dün komşuya yalvara yalvara getirttik. Ben kaç kere gideceğim bu komşuya? Köyümüzün ne arabası var ne de başka bir şeyi. Göz göre göre ölüme bıraktılar bizi. Her şey suyla dönüyor. Hadi içmiyorum da dışarıdan getiriyorum diyelim ama yemeklere yine bu suyu koyuyorum. Koymak zorundayım.” Şu cümleleri kurarken gözlerinde yaşadığı çaresizliği görmek pek mümkündü. Ama inancını yitirmemiş belli ki. Kendi köyünün oradaki madenden çok çekmişler. Aynısı Kazdağları’na da yapılmasın diye gelmiş buraya. Gelininden duymuş eylemi, “Beni de götürün, ben de geleyim” diyerek çıkmış yola.

“Bırakıp giderler buraları” deniyormuş köylüler için. Hafize Teyze tepkili, “Biz niye gidiyoruz? Biz gideceğimize onlar gitsin. Doğup büyüdüğümüz yerden biz gideceğimize, onlar dışarıdan gelmiş onlar gitsin! Hadi ben evi kaldırdım götürdüm, koca köy nasıl gidecek? Gidecek yerimiz mi var? İstemiyoruz yani, olmasın maden!” diyor çıkışarak.

Köydeki havayı soruyorum, “Diğer köylüler nasıl yaklaşıyor bu duruma?”

“Muhtarı iyice doyurdular, bazı köylüler de orada çalışıyor diye ses çıkarmıyor. Para veriyorlar, yardım dağıtıyorlar. ‘Para gelsin de boşver, varsın sağlık gitsin’ diyorlar. Parayla sağlık olur mu? Olmuyor” diyor Hafize Teyze. Ve devam ediyor: “Daha şimdiden hastalık kapladı köyü, çayımız çamur akıyor. Sen gelip parayı alacaksın, madeni alacaksın; bize ne kalacak geriye? Aman bize bir şey vermesinler zaten, istemiyoruz onların hiçbir şeyini. Yeter ki benim suyum olsun, sağlığım olsun. Parasına da lanet olsun bunların, alın teriyle ekmeğimizi kazanırız biz.”

Hafize Teyze’yi dinlerken gözüme bir pankart ilişiyor. Belki de tüm sözlerini özetleyen bir pankart: “Ölüler altın takmaz.”