En İyi Belgesel Ödülü’nü alan Berna Gençalp’in ‘Kim Mihri’ ve ikinci olan Ekin İlkbağ ve İdil Akkuş’un ‘Düet’ adlı filmleri gayet düzgün ve etkileyici işler.

Altın Portakal’ın belgeselleri
Ulusal Belgesel Film Yarışması’nda Jüri Özel Ödülü'nü, Ekin İlkbağ ve İdil Akkuş’un “Düet” belgeseli kazandı.

Murat Tırpan

Geçen hafta Antalya Altın Portakal’da belgeselci arkadaşlarla konuşurken belgeseller hakkında ne kadar az yazılıp çizildiğinden bahsetmiştik. Tüm bu yönetmenlerin ortak fikri, özenle üretip karşımıza çıkardıkları filmleriyle ilgili tartışma alanlarının kısıtlı olmasıydı. Hatta bu yıl kendi kendilerine bir Instagram canlı yayını açarak bu alanı genişletmeye çalıştılar. Elbette biz sinema yazarları, akademisyenleri ve izleyicileri olarak son yıllarda belirgin bir yükseliş ivmesi yakalayan belgesel türüne ilgi göstermeli; yazmalı, çizmeliyiz ve elbette festivaller belgesellerin izlenebilmesi, tartışılması için ellerinden geleni yapmalı. Geçtiğimiz yıllarda karşımıza çıkan yenilikçi işlerin devam etmesi için teşvik edici olmak çok önemli.


Altın Portakal tıpkı uzun metrajda olduğu gibi belgesel ve kısa film türü için de ülkemizde en önemli festivallerden biri. Bu yüzden seçkiye bakmak her zaman o yılın değerlendirilmesi açısından fikir verir. Peki bu yıl nelerle karşılaştık?

Ne yazık ki Antalya programında -belli ki zorunluluktan- tam da belgesellerin karşısına denk gelen uzun metrajları izlemekten, çoğu izleyici ve sinema yazarı bu filmleri görme şansı bulamadı. ‘Kurak Günler’ yerine mesela bir Van Gölü Canavarı belgeseline girmek ülkemiz için cesur bir davranış kuşkusuz. Öte yandan bu şansı bulanlar için belgesel seçkisi geçtiğimiz yıllardaki ‘Mimaroğlu’, ‘Ah Gözel İstanbul’, ‘Maddenin Halleri’, ‘Her şey Dahil’ ya da ‘Yaramaz Çocuklar’ gibi “büyük” bir iş barındırmasa da oldukça keyifliydi.

En İyi Belgesel Ödülü’nü alan Berna Gençalp’in ‘Kim Mihri’ ve ikinci olan Ekin İlkbağ ve İdil Akkuş’un ‘Düet’ adlı filmleri gayet düzgün ve etkileyici işler. ‘Kim Mihri’ ilk kadın ressamlarımızdan Mihri Hanım’ın “kim” olduğunun yolculuğunu anlatırken bunu neşeli bir tonda yapıyor olması bence belgeselin en güçlü yanlarından biri. Kim olduğunu unuttuğumuz Mihri Hanım’ı beyazperdede görmek gerçekten etkileyici. ‘Düet’ ise senkronize yüzme yapan iki genç kızı izleyen yine aynı sporla uğraşmış iki genç yönetmen tarafından çekilmiş özenli bir belgesel. Türkiye’deki imkanlar nedeniyle yapılması çok zor olan bu sporla uğraşan iki gencin hikayesi zaman zaman üzücü ama çoğunlukla ilham verici.

İlginç bir şekilde bu yıl “belge”siz belgeseller de izledik. Belgeselin en önemli unsurlarından biri olan “belge”den mahrumken bu tür bir iş yapmak cesur bir iş. Mesela bu yılki Metin Dağ’ın ‘Kaf Kaf’ ya da Mümin Barış’ın ‘23 Sentlik Asker’ gibi filmleri, Varto Depremi ya da Kore’de savaşan askerler gibi meselelerle ellerinde pek de belge olmadan uğraşıyorlar. Böyle durumlarda son dönemin popüler tanımıyla “yaratıcı belgesel” tarzına yönelebilirsiniz ya da canlandırma yoluna gidebilirsiniz ama iki film de bunu yapmıyor, tanıklıklara başvurarak anlatıyorlar dertlerini. Cesaretleri ve seçtikleri mevzular için yönetmenleri kutlamakla birlikte bu tanıklıkların sürekli konuşan ve giderek monotonlaşan işler ortaya çıkardığını söylemek gerek.

Öte yandan Van Gölü Canavarı’nın peşine düşen ‘Seyirlik Bir Gariplik’te Behçet Güleryüz yine (muhtemelen) olmayan bir şeyden yola çıkarak memleket ahvaline, öteki ile olan ilişkimize dair bir söylemi sinemalaştırıyor. Zaman zaman Van Gölü Canavarı’nı gördüğünü iddia eden tanıklarla belgeselin görsel dili ve dış metin hikayede açık bir ton uyumsuzluğu yaşatsa da ve süresi biraz uzun olsa da ‘Seyirlik Bir Gariplik’, yapmaya çalıştığı şey için bile değerli. Keşke bu kadar “anlatmasaydı.”

Seçkideki ilginç işlerden biri, ‘Düet’e eşlik eden başka bir spor belgeseli, Beşiktaş’ın eski kalecisi Fevzi’nin önemli bir maçta bir topu ıskalayarak gol yemesine odaklanan Mert Erez’in işi ‘Iska’. Belgeselin gösterimine gelen Fevzi ve hayranları renkli bir görüntü oluştursa da belgesel ne yazık ki o kadar renkli değil. Yine bize sürekli bir şeylerin anlatıldığı çok konuşan bir iş bu. Ama bana daha ilginç gelen yapması gerektiğini düşündüğüm şeyin tersini yapması. Belgeselde Fevzi’nin ve başkalarının dilinden Iska geçmesinin yerdeki bir çukurdan, çimlerin kalkmasından kaynaklandığı iddiasını dinliyoruz. Hatta bunun özellikle vurguladığı anlar var. Bana sorarsanız Iska geçmenin erdeminin peşinde koşması gereken, sadece bunu yapsa daha başarılı olacak olan film kendi meselesini gerçekten de Iska geçiyor.

‘Pınar Fontini’nin Filmin Adı Ne?’ adlı belgeseli altmış sekiz kuşağından yanılmıyorsam yedi kadın yönetmenin kendi aralarında konuştuğu, tartıştığı bir samimi bir “yuvarlak masa” işi. Katılımcılar gerçekten Türkiye sinemasının önemli kadın yönetmenleri, bu açıdan deneyimlerini dinlemek kuşkusuz öğretici ama sanırım biraz daha yönetilmeleri, yönlendirilmeleri gerekliydi. Bu yüzden belgesel daha çok şey beklediğimiz bir iş olarak aklımızda kalacak.

Somnur Vardar’ın ‘Boşlukta’ adlı işi ise şantiyelerdeki iki karaktere çeviriyor kamerasını. Atanamamış öğretmen Ferhat ve kuzeninin inşaat işçiliği yaptıkları dünyalarını ve Cezayir’e gitme hayallerini izlerken sert bir gerçekçilikle karşı karşıya kalıyoruz. Biraz geçen yılın ‘Her Şey Dahil’ine benzer bir ton var burada. Diğer belgesellerden bu açıdan farklılaşan ‘Boşlukta’ gerçekten de başarılı gözlemciliği ve politik yanıyla iyi bir iş.
‘Hatice’ ve ‘Plaza Köylüleri’ filmlerini göremesem de genel olarak Antalya’daki filmlerin geçtiğimiz yıllardaki iyi işlerin gölgesinde kaldığını görsek de çoğu genç yönetmenlerin boğuştuğumuz birçok önemli meseleyle ilgili düşündüğünü, sorun ettiğini ve özenli işlerle karşımıza çıktığını görmek sevindirici. Okuyucular umarım ki bu belgesellerin bazılarını Boğaziçi, Ankara gibi festivallerde görme fırsatı yakalayacak. Hiç olmadı MUBI gibi platformlarda umarım ki seyirciyle buluşmaları mümkün olacak.