Altındağ saldırganı, bir dolu insan sığınmacıları şeytanlaştırmasa, belki sığınmacının “düşman” olduğunu düşünmeyecekti. Bu tür cinnet halleri, bize dünya görüşümüzü yeniden hatırlatıp onu her zamankinden fazla savunmamıza yol açmalı.

Altındağ cinneti

Mehmet ERDEM

Mizantrop (insan sevmez) gerici şair (!) Necip Fazıl Kısakürek, meseleyi çözmüş tabii. Varoluşunun kaynağının kimler olduğunu açık açık söylemiş zamanında: “Ey düşmanım, sen benim ifadem ve hızımsın/ Gündüz geceye muhtaç, bana da sen lazımsın.”

Açıkça söylediği gibi “sultanı şuara” (yani Şairler Sultanı. Kim uydurup buna layık görmüş, hâlâ merak ederim) hırlaşacak birileri olmazsa kendisinin de bir “şey” olmadığını iyi biliyor. Diri olabilmesi için tabii ki “düşman”a ihtiyacı var. Takipçileri de kendisi gibi düşünüyordur elbette ama bu adamdan haberdar olmayanların da bu “hissiyatı” taşıdıklarına kuşku yok. Kimilerinde açık, kimilerinde bilinçaltında gizli biçimde var bu.

‘DÜŞMAN GİBİ BAKMAM’

Son Altındağ saldırılarından da anlaşıldığı gibi, toplumumuzun önemlice bir kesimi “düşmansız” yaşayamıyor. İşi bilenler “düşmanın” belirsizlik içindeki kişi üzerinde rahatlatıcı bir etki yarattığını söylerler. Altındağ saldırganları kuşkusuz rahatlamışlardır.

Nasıl oluyor bu? Şöyle herhalde; düşmanın varlığı bize bir kontrol duygusu veriyor her şeyden önce. Neden ihtiyaç duyulur bilmem ama kişinin “aidiyet hatırlaması”na da yarıyor belli ki. Düşman varsa kim olduğumuz da netleşiyor çünkü. En azından “aynıları” birleştiriyor bir düşmanın varlığı. Birbirini fark etmenin yollarından biri yani bu. Düşman karşısında ortak konumlanış işte bu “aidiyet hatırlaması”nın önemli parçalarından. “Dostlukları” güçlendirdiğine de kuşku yok. Düşmanı aşağılayarak benliğimize dönük saygımızı da artırmış oluyoruz böylelikle.

Bu sanki “doğal” değil midir? Okuduğunuz çizgi romanları anımsayın. Kötülerin kahramanlara ihtiyacı olduğu gibi kahramanların da kötülere ihtiyacı vardır. Şu benim kuşağımın bayıldığı o Teksas, Tommiks’lerde (hâlâ okurum, severek hem de) haydutlar, “vahşi Kızılderililer” olmasaydı “kahramanlarımızın” ne kahramanlığını görebilecektik ki? Kahraman düşmanla var olabilir ancak.

Aslında “düşman”ın varlığı iyi insanlar için kendi ilkelerini, etik duruşunu sınama fırsatı olabilir elbette. Yani benim bunu sınamak için mültecilere, sığınmacılara “düşman” gibi bakmam gerekmiyor, bakmam da zaten. Ben gerçek düşmanla (sınıf düşmanlarımdan söz ediyorum bu arada, herhangi bir ülkenin vatandaşından falan değil) savunduğum ilkelere halel getirmeden mücadele ederdim doğrusu. Burjuva hukukunda bile savaşta nelere dikkat edilebileceği kural haline getirilmiş. Yani hedefe odaklanılacak, yanına yöresine ilişilmeyecek. Şu demek, yakaladığın esirin kulağını, burnunu kesmeyecek, ola ki eline düşen aile efradına dokunmayacaksın. Budur. Altındağ’da yaşananların tam da bunun tersi olduğuna tanık olduk. İtirazları her neyse ona bile uygun davranmamış saldırganlar, birer yağmacıya dönüşmüşler. Suriyeli dükkân sahibi anlatıyor; “dükkânımdan çok şey almışlar, ikinci el hiçbir şeye dokunmamışlar”. Düşman hukuku diye bir kavramın varlığından haberdar olmayan kitleler, “aidiyet” duygusunun yenilenmesi adına da elbette, delirebiliyorlar işte böyle. Bu tür cinnet halleri, bize dünya görüşümüzü yeniden hatırlatıp, onu her zamankinden fazla savunmamıza yol açmalıdır.


TEHDİT EDENE DENİR

Düşman deyip duruyorum ama bu ne demektir üzerinde pek konuşulduğunu sanmam. Herkesin bu konuda ortak bir tanımı olduğunu da düşünmüyorum. Aynı düşüncede olmadığımız herkes düşmanız mıdır örneğin? İşyerinde, bilerek bilmeyerek rekabete girdiğimiz rakibimiz ya da? Oysa rakibim temel ilkelerim için herhangi bir tehdit içermeyen biridir. Bunu fark ediyorsam onu düşman görmeme olanak var mı?

O zaman düşman, ilkelerinizi ya da yaşamınızı tehdit edene denir demek ki. Bu konuda karar vermek de kolay değildir elbette. Bu sonuca Altındağ saldırganları, hem de son derece kolayca, varmışlar oysa. Suriyeli sığınmacı onun için bir tehdit. Bu sonuca tabii kendi kendilerine ulaştıklarını hiç mi hiç sanmam. Politikacısından “sanatçısına”, gazetecisinden ilahiyatçısına (solcu olduğunu söyleyenlere de tabii) bir dolu insan şeytanlaştırmasa belki “düşman” olduğunu düşünmeyecekti sığınmacının Altındağ saldırganı. Suriyeli sığınmacı, Türkiyeli işçilerin işini elinden mi alıyor ya da ucuz işgücü olduğu için Türkiyeli emekçinin pazarlık gücünü mü zayıflatıyor işveren karşısında? Mümkün, ama bu da ancak onun rakip görülmesine yol açar açsa açsa, düşmanlık ne?

SUÇUN ŞAHSİLİĞİ

Bakın, faşistler, ırkçılar benim düşmanımdır. Çünkü temel değerlerime karşıdırlar, müzakere edecek bir zeminimiz olamaz. Tek bir şey kalıyor geriye onlarla aramda; birbirimizle kıyasıya mücadele etmek. Oysa bir mülteciyle beni buluşturan ortak noktalar var. Irkçılığın hedefi oluyor her şeyden önce. Emek sömürüsünün kurbanı aynı zamanda. Yerinden yurdundan edilmişliği de asıl facia. Kendisinin sorumlu olmadığı bir şiddetin psikolojik kaybedeni öte yandan. Ona yönelik haksız öfke içinde bulunduğu durumun gerçek sorumlularını görmemizi engeller.

Şununla gelemez kimse karşıma; “öldürüyor ya da tecavüz ediyorlar”. Suçun şahsiliğini unutmuş tiplerle muhabbet edemem. Bu olayların varlığı bir topluluğu topyekûn düşman yapamaz. “Mülteci karşıtlarını da anlayalım” diyenler de şunu anlamalı ki, hoşgörü ile ırkçılık bir arada olamaz. Derler ki, “düşmanlarımızın çoğu aslında tanıdıklarımızdır”. Altındağ’da saldırıya uğrayan Suriyeli de tanıdığımız. Ortak ne kadar yanımız var, bilinmez mi hiç bu? Yapıp ettiklerinden farkı var mı bizim yapıp ettiklerimizin?

Saldırı, kızgınlığın nedenini ortadan kaldıran ilkel bir tutumdur. Elbette şiddetin kaçınılmaz olduğu zamanlar da vardır; kendinizi, ailenizi, sevdiğinizi korumanız gerekirse şiddet kaçınılmaz olabilir. Ama düşmanla bile baş etmek için bu tür bir şiddet en son seçenek olarak kalmalıdır. Telafisi zor çünkü.

İNSAN OLMAK…

Meramımı anlatamamış olabilirim, kestirmeden söyleyeyim o halde; mülteci, sığınmacı, ne deniyorsa artık, bir, emek üretim sürecinde yer aldığı andan itibaren sınıf kardeşimdir, iki, dünyamızı mahveden “düşman”a karşı müttefikimdir. Gerisi elbette teferruattır. Ben/biz gerici Necip’in anladığı türden düşmanlara ihtiyaç duyanlardan değiliz. Varoluşumuz çok basit bir temele dayanır: İnsan olmak. “Gündüz geceye muhtaç, bana da sen lazımsın” diyenlerin cehenneme kadar yolu var.