Annem, beni kucağına aldığında ağlıyordu. Sevinçten değil. Kadının dünyası başına yıkılmıştı

Ama kızınız oldu

SİNEM SAL
@sinemsal

Çocukluğum boyunca “Keşke İzel, annem olsaydı,” dedim. Kendisinin kız çocuğu arzusunu bütün varlığımla karşılayabilirdim. Doğumum dünya çapında bir tozun yerden havalanması gibi karşılanmıştı. Annem, uzun zaman boyunca hamile olduğunu anlamamış. Anladığı zaman da “İnşallah erkektir,” demiş. Sonra karnına bakıp tahminler yürütenler olmuş. “Erkek bu erkek,” demişler. Ben içeride isyanlardaymışım. Uçan tekmeler, röveşatalar hak getiriyormuş. Bu durum, dışarıdan daha büyük yanlış anlaşılmalara yol açıyormuş. Annem karnında bir futbolcu yetiştirdiğinden neredeyse eminmiş.
9 ay nasıl geçti ben bilirim. Bir an önce dışarı çıkıp kendilerine erkeklik uzvum olmadığını göstermek, yüzlerine bakıp “Reziller!” diye bağırmak istiyordum. İlk kelimem bu olacaktı. Agulama dönemim “Reziller!” ile son bulacaktı.

Beşinci aya giriş yapmıştım. Bütün organlarım fıtır fıtır ortaya çıkmıştı. Tekmelerimde ve yumruklarımda yeni tekniklere hâkim olmuştum. Annem, her gece dua ediyordu. Bizim bütün aile sarışın ve mavi gözlüdür. Benim de esmer, kopkoyu tenli, simsiyah gözlü bir oğlan olmamı diliyordu annem. İçeriden bütün bunları duyduğumda üzülüyordum. Anneme! Çünkü hayal kırıklığı yaşayacaktı kadın. Saçım başım şekle girip de insana benzeyince, doğumumun nasıl bir travma olacağını giderek daha çok fark ediyordum. Sarışın, mavi gözlü bir kız çocuğuydum. Dünyaya tepki olarak geliyordum.

Sonra beklenen gün geldi. Karanlık ve sel götüren yolları aşıp tanımadığım bir adamın eline doğdum. Zırıl zırıl. İnsan doğumu, hayatın nasıl gideceğine dair büyük bir ipucu verir. Kanlar dökülür. Ağlarsın. Sonra da bir kucağa atılırsın.

Annem, beni kucağına aldığında ağlıyordu. Sevinçten değil. Kadının dünyası başına yıkılmıştı. Ağzımı açmış ağlıyordum. Kelimeleri bilseydim anneme, “Tebrikler! Nurtopu gibi bir kızın oldu.” derdim. Kısmet değilmiş. İnsanın hislerini idrak etmesiyle, onları anlatabilmesi arasında sınırları başkaları tarafından çizilmiş ülkeler kadar mesafe vardı.

Ev halkı bana giderek alışıyordu. Fakat bir sıkıntı vardı. Adım yoktu. Duygu Asena “Kadının Adı Yok” derken eminim bunu kastetmemişti. Ailem, isim konusunda kararsızlık yaşıyordu. Zaten herkesi bunalıma sürüklemiştim. Önce Duygu ismini uygun bulmuşlar. Sonra soyadımla birleştiğinde bazı kadersizliklere yol açacağını düşünüp vazgeçmişler. Cerenler, Gizemler, Dilaralar havada uçuşmuş. Tam üç ay, “Bebek” diye çağırmışlar. Sonra bir gün teyzem gelmiş, demiş ki bu kızın adı “Sinem” olsun. Kalbim, göğsüm demek yani. Bir parça kurtarmışım durumu. En azından artık bir adım varmış. Sinem dediklerinde “Buyur koçum,” diyesim gelirdi. Ama olmazdı. Kızdım!

Dünyada geçirdiğim dördüncü ayda, feryat konusunda uzmanlık sahibi olmuşum. Durmadan ağlıyor, ortalığı inletiyor, mahalleliyi bıktırıyor, ailemi canından bezdiriyormuşum. Nihayet, evden gelen bu seslerin benden çıktığını anlamışlar da doktora götürmüşler. Doktor, “Bu çocuk aç. Yeterince beslemiyor musunuz?” demiş. “Aha,” demişler “doğru ya Doktor Bey, ay biz onu unuttuk.” Sonra dayamışlar sütü bana. Annemin dediğine göre o günden sonra beni çok sevmişler. Çünkü hakkını aramak hakkını bulmakla sonuçlanır. Süte ve biraz da sevgiye kavuşmuşum.

Okul çağına yaklaştığım zamanlarda, sapsarı ve lüle lüle olan saçlarım birden kestirilmiş. Üstelik “Bendeniz’e benzedin, kuyruk da bırakalım…” diye durumu bana kabullendirmişler. Aynaya her baktığımda “Allah belanı versin çirkin!” demek isteyip dememişim. İşte tam da böyle günlerden biriydi. Saçlarım kısaydı. Gerçi şimdi de kısa ama kendi isteğimle. Tuvalet eğitimimi elbette geride bırakmıştım. Ama yeni deneyimlere girmek istiyordum. Ayakta işeme geleneğine girmek istiyordum. Bu alanda şanım yürüsün istiyordum. Okul arkadaşlarım, “Bizim sınıfta bir kız var, ayakta işerken bacaklarını ıslatmıyor.” desinler istiyordum. Olmuyordu. Her seferinde türlü pisliklerle sonlanıyordu tuvalet hikâyelerim. Ayaklarım, bacaklarım, yol yol ıslanıyordu.
Bir gün yine annem erkeklik organım olmadığını, ayakta değil de oturarak tuvaletimi yapmam gerektiğini bilmem kaçıncı kez bana anlatmış, banyo yaptırmıştı. Sonra mutfağa gitti. Ben de yatak odasında, sahne olarak kullandığım komodinin üstüne çıktım. Parfüm şişelerinden yaptığım mikrofonla, kafama geçirdiğim boğazlı kazaktan yaptığım saç beni adeta bir yıldız yapmıştı. Aniden aydınlandım. Cam şişeden yapılmış olan parfüm şişesinin kapağını aldım. Hınzırca fikirler, çılgın tilkiler beynimin içinde koşturup duruyordu.

Bordo, kadife perdenin arkasına geçtim. Parfüm şişesini, bacaklarımın arasında tutup içine ç.şimi yaptım. Bacaklarım kuruydu. Başarmıştım. Semi-erkek, tümden hayal kırıklığıydım. Pencereden dışarı baktım. Karşı pencerede bir adam vardı. Bir süre bakıştık. Eteğimi geri giydim. Dünyaya söyleyecek en ufak bir özlü sözüm yoktu. Sadece bir sorum vardı. O da her şeyin cevabıydı. Pencereden bakıp şöyle dedim: “Bu mu yani?”
Dünya, sapına kadar erkekti. O sap, bazen hayatımın tam ortasına batardı.