Korkmayın, aptalca bir tık tuzağı değil bu. Çünkü memeleri 2018’in gazeteciliğinde daha çok tartışacağız. Böyle aşırı memeli girince, sözü Hande Yener-Seren Serengil kavgasına getireceğimi sananları da hayal kırıklığına uğratacağım. Çünkü bahsedeceğimiz “Memeler” Richard Dawkins’in memeleri. (miim şeklinde okunanlar) Daha doğrusu onun Türkçe’ye “Gen Bencildir” diye çevrilen The Selfish Gene (1976) kitabında anlattığı türden memelerden söz ediyorum. Bilenler için sıkıcı olacak ama bir giriş yapabilmek için anlatmak zorundayım. Dawkins bu sözcüğe Yunanca “Mimeme” kökünü “Mem” (İng, Meme) diye kısaltarak ulaşmıştı. Ezgilerin, fikirlerin, sloganların hatta modanın bir beyinden başka bir beyine atlayarak kendilerini gen havuzunda çoğaltmalarına vurgu yapıyordu. İnternet ve sosyal medyayla birlikte bu kavram internette insanların paylaşımlarıyla hızla yayılan capslerin, görsellere eşlik eden bazı sözcük kalıplarının, kimi kısa videoların (gif vb.) da toplu ismi oldu.

Meme Türkçeye Caps diye çevriliyor ama bence capsten fazlasını ifade ediyor. Örneğin; “2018’den beklentim diyerek yan gelip yatmış bir kedi fotoğrafı” paylaşırsam bu bir meme’dir. Bir fotoğrafın altına “Kaç yaşındasın sen?” diye yazarak paylaştığımda gerçek bir soru olarak algılanmayıp kahkaha atılıyor ve Ozan Güven’in meşhur videosu akla geliyorsa bu da bir meme’dir.
Peki tüm bunların 2018 gazeteciliğiyle ilgisi ne? Bu haftaki Köşe Vuruşu’nun sorusu da bu:

“Memeler” ön planda
NiemanLab’in hazırladığı 2018 Gazeteciliği İçin Tahminler dosyasında Teknolojist An Xiao Mina’nın dikkat çektiği bir durum var: (Teyit.org sitesinde “2018 “caps” ve görsel kaynaklı dezenformasyonun tartışıldığı yıl olacak” başlıklı çevirisi de var) 2018’de Meme’ler ve görseller ön plana çıkacak. Yani dezenformasyonun ve sahte haber tartışmasının yeni bir boyutuyla karşı karşıya kalacağız. Çünkü klasik anlamda haber, artık başka haberlerle değil bu türden şeylerle de rekabet etmek zorunda. Dolayısıyla gazeteciliğin de eli kolu bağlı oturmak yerine Meme’lerin ne olduğunu anlaması ve onları kullanabilir hale getirmesi şart. Clickbait denilen klasik tık tuzakları (kötü bir örneği bu yazının başlığında var) bile artık çok demode. Hakikat için savaşma iddiasındaki gazeteciliğin de bu enstrümanları kullanma yeteneğini geliştirmesi gerek. Çünkü “Meme” dediğimiz bu şeyler, öyle akıcı ki, dezenformasyon için kullanıldığında yalan hızla yayılıyor. Öyleyse neden, enformasyon ya da hakikat için de kullanılmasın?

Sadece meme mi?
NiemanLab’in hazırladığı aynı dosyada Hossein Derakhshan imzalı “Televizyon kazandı” başlıklı bir tahmin yazısı şöyle başlıyor: İnternet bugüne kadar okuduğumuz bir şeydi artık izlediğimiz bir şey olacak. Aslında buna bir tahmin demek güç zira 2017’de de deneyimlediğimiz bir gerçekti. Öyle ki, “Tweet attım bitti, oh benden gitti” gibi bir rahatlık artık yayıncılık için gerçekçi değil. Attığınız saat, attığınız saatte timeline’da olup bitenler hepsi haberi hazırlamak kadar önemli artık. Tıpkı klasik yayıncılıktaki “Prime Time” kavramı gibi. İnternet artık bir neo-tv, Bu yazı dahi internetin yeni akışına aykırı. Paylaşım değeri olan video hazırlama konusunda ne kadar yetkiniz, bunu da tartışmak gerek. Bunu yazıyla tartışmak da ayrıca saçma ya neyse…

Okuru neresi ilgilendiriyor?
Peki okura ne kardeşim bunlardan diyenler için yanıt şu: Sosyal medyanın yaygınlaşmasıyla birlikte klasik edilgen okurdan söz edemeyiz. Çünkü örneğin bu “meme” dediğimiz şeyleri yaratan da okurlar. Bu yazı okur paylaşırsa var, paylaşmazsa yok. “Meme mi demiş, dur hemen tıklayayım” okuru bile yavaş yavaş evrimleşiyor, yeni bir form alıyor. Dolayısıyla medya eleştirisini sadece sektör içi bir mesele sanma lüksümüz de kalmadı. Medya eleştirisi artık biraz da okur eleştirisidir. Okur paylaşarak haberin, yazının, yalanın, fikrin yolculuğunu doğrudan etkiliyorsa okura ne diyerek geçemeyiz. Örneğin; Türkiye gibi kendi acil sorunları olan (tutuklu gazeteciler, özgürlükler vs.) bir ülkede, “gazeteciliğin geleceği” , “okurun dönüşümü” gibi konularda yazmak kimi okura lüks geliyor olabilir. Hatta esaslı konularda yazmaya korktuğu için “laga luga ile” köşe dolduruyor diyen bile çıkabilir. İşte bu yazı biraz da bu iki tip okuru eleştirmek için yazıldı. Çünkü, bu koşullarda iyi gazetecilik yapmanın tek yolu, gazeteciliğin evrensel dönüşümünü izleme ve buradaki fırsatları kullanabilme yetisi kazanmaktan geçiyor. Yani sırf şikayet etmekten biraz sıkılmadık mı sahiden?