Geçtiğimiz hafta Paris’te yaşananların etkilerini uzun süre hissedeceğiz. Bu konuda yazmaya çalışmadan önce bu korkunç saldırıda ölen insanları saygıyla anıyorum. Onların anısına layık olmanın, öncelikle olup biteni daha iyi anlamaya çalışmaktan geçtiğini düşünüyorum. Yanlış bir şey söyleme korkusu, politik doğruculuk takıntısı ya da ezberlenmiş klişeler olup biteni daha iyi anlamamıza nadiren yardımcı olur. Dolayısıyla, “amasız” konuşma saplantısından başlayabiliriz.

Yakın tarihimizde “ama” kelimesinin en popüler olduğu dönemde başka bir şey daha çok popülerdi: “x söz konusuysa gerisi teferruattır” şeklindeki akıl yürütmeler. Burada x’in ne anlam taşıdığı değil, 180 derece farklı düşünüyormuş gibi görünen kişi ve çevrelerin nasıl da aynı şablon üzerinden akıl yürüttüğüdür mesele. Oysa o “teferruat” ayrıntıya, üsluba, inceliğe işaret eden bölüm aslında.

“Amasız kınama” derkenki niyetin, ölümle sonuçlanan bu vahşi şiddet eylemi karşısında olabildiğince büyük bir ortak ses çıkarmak olduğu açık. Bu da makul bir kaygı. Ne var ki bir insanın nasıl böyle bir eylemin faili olma noktasına geldiğini anlamadıkça, ne bunun tekrarını önleyebilir, ne gitgide kopan dünyaların bir arada barış içinde yaşamasını umabilir, ne de kendimizi kandırmadan rahat edebiliriz. Örneğin “Fransa’nın 11 Eylül’ü” gibi ifadeleri kullanmakta acele etmek yerine, gerçek 11 Eylül’ün sonrasında neler yaşandığına bakmak gerekir. Aynı şekilde, ifade özgürlüğünün gerçekte ne ifade ettiğini konuşmayı ne Rupert Murdoch’a ne de Ahmet Davutoğlu’na havale edebiliriz.

Tabii ki herkes, nefret suçuna, ırkçılığa, şiddete ve şiddeti övmeye bulaşmadıkça dilediğini düşünüp ifade etmekte özgürdür. Bu özgürlüğün nasıl kullanılacağı ile ilgili karar da bireyin kendisine aittir. Bunlar da insanlığın yüzyıllar içinde uğruna mücadele edip kazandığı haklardır ve buradan geri dönüş yok. Ayrıca, tabular ve kutsalların mizah konusu yapılması da temel olarak bu özgürlüğe dahildir. Kim nasıl rencide olacak diye düşünmek bazen otosansürün en hasıdır.

Yalnız bazen de değildir. Öyle olmasa, Hrant Dink, soykırım ifadesini dayatmaktansa 1915 yılında yaşananların geniş toplum kesimlerince kabul görmesini, Türkiye’nin demokratik standartlarının yükselmesini daha mühim bulduğunu söyler miydi? O korkak biri miydi? Dobra değil miydi? Düşündüğünü söylemeye çekinen bir insan mıydı? Hrant Dink bu manada bir otosansürcü müydü? Tabii ki hayır. Ama onun bir önem sırası vardı. Bir şeyi illa kendi tarifi üzerinden ifade etmekten daha geniş ufuklu bir önem sırası. İçinde yaşadığı toplumun durumunu gören, “akıl odur ki güzellik yaratır” şiarını benimsemiş bir önem sırası.

Piyanonun 88 tuşu var. Hepsi kullanılabilir durumda. Ama en iyi, en etkileyici, en kışkırtıcı, en dönüştürücü, en ilham verici besteleri yapmak için illa en uçtaki tuşları kullanmak gerekmiyor. Kullanıp kullanmama kararı tamamen besteciye ait. Kimse de besteciye “öyle yapma, böyle yap” diyemez. Ama sanatçı kendi kendine bu konuyu her ele aldığında da otosansürcü olmaz.

Kaldı ki biz, elflerle hobbitlerin bir olup bütün kötülüğü nihai olarak dize getirdiği bir dünyada da yaşamıyoruz. Biz, bir kısmı için hedonizmin, diğer bir kısmı için ölüm ve şiddetin sıradanlaştığı, kaynakların son derece eşitsiz paylaşıldığı, ilaç şirketlerinin kar etmek için bazı hastalıklar üzerinde hiç çalışmadığı vahşi bir dünyada yaşıyoruz ve bu çok büyük öfke dalgaları yaratıyor. Ve bu canice katliamı haklı görmek için bin takla atan, 6 yaşında kızlarla evlenmeyi tartışan, kadına eve kapanıp çocuk bakmayı uygun görürken onun en ufacık özgürlük girişiminden tahrik olanlarla bütün bu yaşananları din parantezinde değerlendirerek kendi sorumluluğunu örtenleri aşmak için hem aklımızı, hem de kalbimizi çok iyi dinlemek zorundayız. Eğer birlikte yaşamaya dair en ufak bir umudumuz varsa, ufkumuz herkesi “amasız” tutum almaya davet etmekten ve kınama baskısı oluşturmaktan çok daha geniş olmalı.