2016’nın Cannes Jüri Özel Ödülü’nü alan yönetmen Andrea Arnold imzalı film bu haftanın vizyon filmlerinden. Film bir aşk hikâyesini anlatıyor… Amerika’dan insan manzaraları görmek istiyorsanız bu filmden daha iyi seçenekleriniz var

American Honey:  Umutsuz bir yerde aşk

Bu yıl Cannes’da Altın Palmiye için yarışan filmlerden biri daha karşımızda. ‘American Honey’, Cannes 2016’da Jüri Özel Ödülü’nü kazandı. Zaten filmin yönetmeni Andrea Arnold, Cannes’da bugüne kadar yarıştığı her 3 filmle de Jüri Özel Ödülü’nü kazanmış durumda. Ödülü, sürpriz değil bu açıdan. Cannes’da eleştirmenlerin oylarının ortalamasına göre ise film vasatın biraz üzerinde. Fakat vasatın üzerinde bulundu dediğime bakmayın, filme âşık olanlar ile filmden nefret edenler de çok.

Türkiye’de böyle olduğunu görüyorum. Yani hayranları da var, sevmeyenleri de.

‘American Honey’, benim genellikle sevmediğim, İngiliz yönetmenlerin ise pek sevdiği bir tarzda çekilmiş: Belgesel gibi çekme tarzı denilebilir buna. Bu tarzda kamera sanki o an olayın geçtiği mekânda kimseye görünmeden bulunuyor ve olayları kaydediyor. Kimisi bu tarza ultra gerçekçi, kimisi doğalcı (natüralist) diyor. Fakat gerçekçilik ve doğalcılık sadece biçime dair kavramlar değil. Sallanan bir omuz kamerasıyla çekildiği için filme gerçekçi demek doğru değil. Ya da Emile Zola’nın edebiyattaki natüralizmiyle, Andrea Arnold’unki benzer değil. Bu yüzden belgeselmiş gibi yapan bir tarz demekle yetineceğim.

Ve yolculuk başlıyor

Film bir aşk hikâyesi anlatıyor. Genellikle olduğu gibi, 3 kişi arasında geçen bir aşk hikâyesi bu. Filmin genç kadın kahramanı âşık olduğu genç adam için, hem patronu, hem de rakibi olan başka bir genç kadınla rekabet ediyor. Kazanıp, kazanmadığı filmin sırrını ifşa etmeye girer diyorsanız yazının devamını okumayın ama aslında filmin sırrı filan yok. Onun için söyleyeyim: Kızımız, erkeği kazanmıyor ama kızın durumunun çok da kötü olmadığını ima eden bir finali var filmin. Yönetmen öyle inanmak ve inandırmak istemiş ama filmden bu sonuç çıkmıyor. Kafanızı daha fazla karıştırmadan, baştan alayım.

Filmin 18 yaşındaki kahramanı Star’ı (Sasha Lane), çöp konteyneri karıştırırken tanıyoruz. Konteynerde bulduğu ambalajlı çiğ tavuğu yanındaki iki küçük çocuğa (kardeşine?) veriyor. Tam bu sırada yoldan geçen bir minibüsten gelen sesler Star’ın dikkatini çekiyor. Minibüs park edince, içinden bir sürü genç iniyor ve süpermarkete giriyor. Star bu gruptan etkileniyor, onları takip ediyor ve grubun görünen lideri Jake’e (Shia LaBeouf) ilk görüşte âşık oluyor. Jake, Star’a gruba katılmasını öneriyor. Grup, kent kent gezerek dergi pazarlayan gençlerden oluşuyor.

Star, eve döndüğünde, babası mı yoksa üvey babası mı olduğunu anlamadığımız bir adamın cinsel tacizine katlanıyor. Star kararını veriyor; iki kardeşini country dansı yapan annesine (?) bırakıyor ve gruba katılıyor. Star’ın arka plan hikâyesi bundan ibaret. Adam nesi, dans eden kadın nesi çok belli değil. Ama şunu söylemek mümkün galiba: Star melez olduğuna göre, babası bir siyahtı, gördüğümüz kadın annesiydi, adam da annesinin sevgilisi ya da ikinci kocasıydı.

Ve yolculuk başlıyor. Star, kendisi gibi 10 gencin daha olduğu minibüsle Kansas’a doğru yola çıkıyor. İş ve yol arkadaşlarından, asıl patronun Krystal (Riley Keough), Jake’in de Krystal’in kapatması olduğunu öğreniyor. Bu durum Star’ı yıldırmıyor. Jake’i, Krystal’in elinden almak için çabasını sürdürüyor. Star’ın çok fazla bildiği taktik yok doğrusu. Ne zaman Jake’i kıskansa ki sık sık kıskanıyor, kendisini birilerinin kucağına atarak Jake’i kıskandırıyor. Bu taktik işliyor da. Ama Star’ın şansı yaver gitmese, tecavüze uğraması işten bile değil. Özellikle, yaşlıca üç zengin kovboyun arabasına atlayıp, onlarla havuz başında içki içip şakalaşmaya başladığında filmin en gerilimli anı yaşanıyor. Ve tam bu sırada filmin en akıl sır almaz olayı da gerçekleşiyor. Nereden kovboyların evini bulduysa, Jake, beyazları yerlilerden kurtaran süvari alayı gibi yetişip, kızı olası bir tecavüzden, silahını çekerek kurtarıyor. Gerçi adamlar o ana kadar çizgiyi aşan bir şey yapmış değillerdi ve belki de yapmayacaklardı ve Star durumundan şikâyetçi değildi. Bundan sonra filmin en Bonnie & Clyde anı yaşanıyor. Çalıntı bir arabada otoyolda “özgürce” gittikten sonra, iki “yasadışı” sevgili sevişiyor. Sanki, bir anda başka bir filme transfer olmuş gibi oluyoruz. Sanki “Badlands”de falanız. Hoş, Terence Malick benzetmeleri bundan ibaret değil,; film sık sık doğa görüntüleriyle harmanlanıyor. Böcekler, atlar, uçan sincaplar vs. Neden? Hepimiz doğanın bir parçasıyız mı? İnsanın doğasını, hayvanların doğasıyla bir tutmak mı? Bilmiyorum.

Star’ın rekabet ettiği kişinin yani Krystal’in aynı zamanda patronu olduğunu belirtmiştim. Jake de hiyerarşide Star’dan yukarda. Bu durum sembolik olarak Krystal’i anne, Jake’i de baba yapıyor Star için. Tipik Freudyen bir durum; Elektra kompleksi diyeceğim ama bu kavram tartışmalı.

Bu üçlü arasındaki ilişkinin nasıl süreceği filmin sonunda net bir şekilde belli olmuyor. Star’ın göle girip, bir tür vaftiz olması, onun yeniden, farklı biri olarak doğduğunu ima ediyor. Üstüne bir de ateş böceklerinin görüntüsü gelince, finalin iyimserlik aşılamak istediğini söylemek doğal. Ama Star’ın, anne-baba karmaşasını aştığını, kendisini tehlikeli konumlara bir daha sürüklemeyeceğini, gördüklerimizden çıkarsayamayız. Evlenip, bir sürü çocuk yapmak isteyen Star’ın, bu mesleği sürdürerek pek bir yere varacağı yok.

Şarkılar durumu nasıl özetliyor?

Filmde Amerika’dan insan manzaraları da görüyoruz. Bu gördüklerimizde yeni bir şey, ilginç bir gözlem yok. Beş yaşında ‘80’lerin punk grubu Dead Kennedys’in hayranı olan bir çocuk ilginç tabii de, ben pek ikna olmadım. Kötülerin Amerikan iç savaşının kötüleri olan Konfederasyon bayrağını ya üzerlerinde (Krystal’in bikinisi), ya da evlerinde taşımaları (Star’ın “babası”nın evinin duvarında asılı) filmin kör gözüm parmağına sembolizmlerinden. Bu kör gözüm parmağına durumu şarkı seçiminde de söz konusu. Star, arabasına bindiği TIR şoförüyle hayallerinden söz ederken teypte, Springsteen’in “Dream Baby Dream”i, Star ile Jake süpermarkette ilk gözgöze gelip aralarında aşk kıvılcımları çaktığında fonda Rihanna’nın “We found love (in a hopeless place)”i, ilk sevişme öncesinde Mazzy Star’ın “Fade into you”su vs çalıyor. İlk şarkı “hayal kur bebeğim, hayal kur”, ikincisi “(umutsuz bir yerde) âşık olduk”, üçüncüsü“ senin içinde yok olmak” demek. Şarkıyla görüntünün bu kadar çakışması bana açıkçası ilkel geliyor.

Fakat belki daha büyük bir sorun, bu gençlerin bir iç dünyalarının filmde görülmemesi. Bu gençlerin konuşmamaları. Birbirlerine iç dökmemeleri. Yaptıkları işle ilgili sorunlarını tartışmamaları. Star dışında hiçbirinin ete kemiğe bürünmemesi. Oysa onlarla dile kolay 2 saat 42 dakika birlikte vakit geçiriyoruz. Star dışında dediysem de onu da çok az tanıyoruz aslında. İşin ahlaki yönüyle sorunu olduğunu biliyoruz en azından.

Bütün bu söylediklerim negatif şeyler ama filmin erdemleri de var. Belli anlarda, o seyahat etme duygusunu, bir grubun parçası olma duygusunu veriyor. Ayrıca Star’ın aşık olma halleri de içe dokunuyor, bazen. Fakat bu kadar uzun süreyi hak eden bir şey yok filmde. Ha filmdeki çocuklar gibi kafanız kıyaksa, bırakın 2 saat 42 dakikayı, 4 saat de seyredebilirsiniz filmi. Bol bol müzik, doğa manzaraları vs ile gideri var. Filmin başta söylediğim belgeselimsici havası bazen pornografik belgesilimsiye de kaçıyor. Gençlerin, toplu halde kanyona karşı dizilip işedikleri sahne ve Jake’le Star’ın sanırım gerçekten sevişmeleri bu pornografik gerçekçiliğe en denk gelen sahneler. Kastettiğim çıplaklık değil; rolle gerçeğin karışması durumu.

Filme âşık da olabilirsiniz

Filmin genç oyuncuları, yani satıcı çocuklar, biri hariç, amatör. Diğer profesyoneller satıcılık mesleği hiyerarşisinde yüksekte olanlar, yani oyunculuk mesleğinde de yüksekte olan ShiaLaBeouf ve Riley Keough. Star’ı oynayan Sasha Lane bahar tatilinde sahillere doluşan üniversite öğrencilerinden biriymiş yönetmen tarafından keşfedildiğinde. Ama sanki yaratılan hava Lane’in filmde canlandırdığı karakter gibi yoksul bir aileden geldiği. Hayır, Lane, hali vakti yerinde bir kolej öğrencisi. Lane filmde, kendisine düşen işi yerine getiriyor ama bu atla deve bir iş değil. Shia LaBeouf rolünde gayet iyi. Riley Keough da iyi. Sonuçta filme âşık da olabilirsiniz. Benim gibi burun da kıvırabilirsiniz. Amerika’dan insan manzaraları görmek istiyorsanız bu filmden daha iyi seçenekleriniz var. Diane Arbus fotoğrafları ya da, Harmony Korine filmleri daha iyi seçenekler (“Trash Humpers”a bulaşmayın ama!).