İki haftadır akademik işler nedeniyle yeniden Amerika’dayım. Buraya geri dönmenin üzerimde şaşırtıcı bir etkisi oldu. Peşimi hiç bırakmayan yabancılık hissine bir tür aşinalığın eklendiğini farkettim.

Dükkanlara girdiğimde, beni tanıyıp hal hatır soranlar olduğunu görünce afalladım. Hatta her zaman gittiğim kahvede ne yiyip içtiğimi bile hatırladılar. Bunu beklemiyordum. Demek insan gittiği yerlerde küçük de olsa bir iz bırakıyor. Ne güzel şey!

Buna rağmen, Berkeley sokaklarında amaçsız bir şekilde dolaşıp dururken şunu düşündüm: ne kadar tanıdık gelse de ben buraya ait değilim. Bu kötü bir şey sayılmaz gerçi. Bir toplumun kenarında durup onu seyretmenin garip bir çekiciliği var. İnsanı ebedi bir izleyici haline getiriyor belki. Ama bir yandan da bir gözlemci olarak mahir kılıyor.

Göz aradığı şeyi görüyor tabii. Her zaman olduğu gibi. Ben de bütün bu varlık ve bolluğun içinde yine gidip sefalet hallerini görmeyi başardım. Sokaklara bırakılmış yaşlılar, evsizler, deliler ve sağda solda önlerine konmuş bir paket patates kızartması ile saatlerce oturan yoksullar.

Tabiyatım itibarıyla hüzne yatkınımdır. Hatta defterimin kenarına şöyle bir not düşmek isterdim: melankoli benim karakterimdir. Çoğu kez bunun geldiğim yerle ilgisi olduğundan şüphe ederim. Benim geldiğim coğrafyadan çıkmış insanların çoğuna akşamları efkar çöker. İsterler ki şöyle denize doğru baksınlar, derin derin iç geçirsinler falan filan.

Fakat buradaki hüzün bildiğim hiç bir şeye uymuyor. Amerika’da nereye gidersem gideyim, önünden geçerken bakamadığım yerler var. Bunların başında McDonaldslar geliyor. Bizim memlekette ilk açıldıkları zaman yarattıkları heyecanı düşününce acı acı gülümsemekten kendimi alamıyorum.

McDonalds burada yoksulların toplaştığı ve gün boyunca önlerinde birer paket patates ya da bir hamburger ile oturdukları garip bir yer. Her köşesinden o kadar ağır bir umutsuzluk sızıyor ki, kapısının önünden bile geçmeye dayanamıyorsunuz. İçeridekilerin çoğu yaşlı ve hasta insanlar. Belli ki ne doktora gidecek paraları var, ne de geceyi geçirecek bir yerleri.

İnsan gibi bir hayat yaşayamadıkları açık. İnsan gibi ölebilecekleri bir günün umuduyla orada öylece bekliyorlar.

Geçen gün, McDonalds’da oturanların arasında tanıdığım bir yüz gördüm. Berkeley kütüphanesinden tanıdığım biri. Hep aynı köşede oturan ve cebinden çıkardığı kağıtlara arada bir bir şeyler çiziktiren bir adam.

Yüzünü çok iyi hatırlıyorum. Çünkü geçen sene bütün bir kışı birlikte kütüphanede geçirdik. Bir iki kez kitap yerleştirirken falan omzunun üzerinden uzanıp ne yazıyor diye bakmıştım. Önünde aynı okunaksız yazıyla doldurduğu sayfalar ve sayfalar vardı. Bu acayip kasabanın delilerinden biri, diye geçirmiştim aklımdan. Sonra da suçlu suçlu kendi önümde biriken kağıtlara bakmıştım. Kim bilir, belki o da benim için aynı şeyi düşünmüştü.

İşte şimdi McDonalds’da bakışları yere doğru dönmüş bir sürü umutsuz insanın arasında oturmuş yine yazıyor yazıyordu. Durdurulamaz bir şekilde.

Bunları düşünürken, gözümün önüne Berkeley Halk Kütüphanesi’nin bodrum katında oturmuş aynı dergileri yeniden ve yeniden okuyan Allen Ginsberg geldi.
 
“Amerika her şeyimi verdim sana, şimdi bir hiçim/17 Ocak 1956 ve iki dolar yirmi-yedi sent/Kendi kafam bile destek değil bana/İnsanlarla savaşı ne zaman sona erdireceğiz Amerika?” diye soran Ginsberg.

Adama bir kez daha baktım. Karmakarışık ak saçları, kendi kendine sürekli bir şeyler fısıldayan ağzı ve elindeki bir tomar kağıda kurtarıcısıymış gibi yapışan elleriyle yaşlı bir şair olabilirdi.

“Sen korkunç musun Amerika, yoksa bir oyun mu bu?” diyebilirdi o da. Biliyor musun, ben çocukken komunisttim. Bunun için özür dilememi istiyorsan daha çok beklersin, diye dikleniyor olabilirdi. Burası ciddi insanların ülkesi. İşadamları, film yapımcıları, sokak satıcıları, herkes çok ciddi. Ben hariç. Zaman zaman acaba ben Amerika değil miyim diye düşündüğüm oluyor, diyebilirdi. Cezaevlerinden, tımarhanelerden, kendilerine sığınacak bir yer arayan evsizlerden dem vurabilirdi.

Bir sene boyunca aynı soğuktan kaçarak sığındığımız okuma salonunda yan yana oturduğum bu dağınık ve yoksul adam Amerika’nın ta kendisi olabilirdi.

“Amerika, kütüphanelerin niçin gözyaşı ile dolu?” diye soran Alan Ginberg’i ilk kez gerçekten anlar gibi oldum.