“Tanrı adına!” kandırmacasıyla bir ulusun yok edilmesine giden yol, 1492’de Kristof Kolomb’un Amerika’ya adım atmasıyla başlıyor… Toprakları ellerinden zorla alınarak, yaşama biçimleri ve inançları değiştirilmek istendiğinde başkaldırdıkları için de ‘vahşi’ denilerek öldürülüyor yerliler… Soluk yüzlüler verdikleri sözün sadece birini tutuyor; ‘topraklarınızı alacağız’ diyorlar ve alıyorlar… Direnseler de giderek, beyaz adamın acımasızlığına, kıyıcılığına karşı koyamıyorlar. Son Kızılderili önderi Gerenimo baş eğdiğinde yüzlerce Kızılderili ulusu, dili, kültürü yeryüzünden silinmiş, binlerce yıllık birikim, bilgelik tarihe gömülmüş oluyor… Ne ilginçtir ki beyaz adam, kimi ürünlerine, yok ettiği adları vermekten de geri durmuyor. Arabasına ‘Cherokee’, ayakkabısına ‘Nike’, helikopterine ‘Apache’ gibi…

Kolomb’un günlüğünden: “Onlara kılıçlarımızı gösterdik. Keskin demir silahları ilk kez gördükleri belli. Kesmenin ne demek olduğunu bilmediklerinden, bazıları kılıçların keskin tarafını tutunca ellerini kestiler... Bu insanlar son derece sade, dürüst, eli açık insanlar. Kendilerine ait herhangi bir şey isteyince hemen veriyorlar. Kötülüğün ne olduğunu hiç bilmiyorlar, çalmıyorlar, öldürmüyorlar...” Daha sonra da İspanya Kraliçesi’ne şöyle yazıyor: ”Yeryüzünde bunlardan daha iyi ulus bulunmadığına majestelerinin önünde ant içebilirim. Komşularını kendileri kadar seviyorlar, konuşmaları son derece tatlı ve kibar, konuşurken hep gülümsüyorlar…” Hani nerdeyse ‘cici çocuk’ diyebileceğiniz Kolomb, şöyle bağlıyor işi ama: “Elli adamla bu halkın hepsini boyunduruk altına alabilir ve onlara her istediğimizi yapabiliriz!”

Bartolomè de Las Casas yanınca 1542’de İspanya Prensi II. Philip’e sunulan Kızılderili Kıyımı, Amerika kıtasının nasıl ele geçirildiğini dünyanın gözleri önüne sermiş ve birçok dile çevrilmiş çarpıcı bir tarihi belge; “Sırf eğlence olsun diye, kadın-erkek demeden yerli halkın ellerini, burunlarını ve kulaklarını kesip kopardıklarını ve bunun bölgenin değişik yerlerinde defalarca tekrarlandığını kendi gözlerimle gördüm. Bazen de insanların üzerine köpek saldıklarına, yerlilerin bu şekilde paramparça edildiğine, çok sayıda evi ve yerleşim merkezini yaktıklarına tanık oldum. Memeden kesilmemiş bebekleri annelerinin göğsünden alarak onları en uzağa fırlatma konusunda birbirleriyle yarıştılar...”

1492, 1542 derken, sonuncusu 1911 yılında gerçekleştirilmiş dünyanın gelmiş geçmiş en büyük soykırımı- toplam 70 milyon yerlinin öldürülmesinden sonra, geliyoruz ABD ile 1945’e… 70 yıl önce 6 Ağustos’ta, tarihe ‘nükleer saldırıya uğrayan ilk kent’ olarak geçen Hiroşima’ya ve üç gün sonra da Nagazaki’ye atom bombası atarak, süreç içinde yaklaşık 500 bin insanın ölümüne neden olan ve günümüzdeki marifetleri de saymakla bitmez bu Amerika’nın ben gelmişini geçmişini sülalesini… sinemaya götüreyim. Ezberler bozan, kalıplaşmış(klişeleri) bilgileri ters yüz eden kimi filmleri izleteyim: Arthur Penn’in ‘Küçük Dev Adam’ı, Gore Verbinski’nin ‘Maskeli Süvari’si, Ralph Nelson’un ‘Mavi Askerler’i, Michael Mann’ın ‘Son Mohikan’ı, Kevin Costner’in ‘Kurtlarla Dans’ı gibi… Ve bir başyapıt Alain Resnais’nin ‘Hiroşima Sevgilim’i, Steven Okazaki’nin ‘Hiroşima ve Nagazaki Yıkımı’… ve benim hazırladığım belki de 9 Ağustos’ta izlenmesinde yarar olabilecek kısa bir film ayrıca: ‘Anma Günü’-Zafer Diper