ABD'de 2004 yılında yapılan başkanlık seçimlerinin Başkan George W. Bush ve senatör John Kerry arasındaki final turunda...

ABD'de 2004 yılında yapılan başkanlık seçimlerinin Başkan George W. Bush ve senatör John Kerry arasındaki final turunda, tartışmalar Bush'un "hegemon olmayan bir imparatorluk" kavramı ile Kerry'nin "imparatorluk olmayan bir hegemon" tanımı arasında gidip geliyordu. Bu tartışma, Başkan Bush'un seçilmesiyle de çözümsüz kaldı.

Kısa bir zaman sonra, Pentagon'un İran'a saldırma planları ortaya çıktığında, dünyadaki tüm savaş karşıtları, milyonlarca insanın daha ölümüne sebep olabilecek bu ABD militarizmi eylemine karşı harekete geçti. Duyarlı bilim adamlarından oluşan bir kurum, böyle bir saldırı halinde "taktiksel" olarak nükleer silah kullanımının, en azından 3 milyon insanı anında öldüreceğini, Afganistan, Pakistan ve hatta Hindistan'a uzanan bir coğrafyada ise milyonlarca-sında uzun vadeli ölümcül hasara yol açacağını gösteren bir simülasyon hazırladı.

Toplumsal tepkinin gözden kaçırdığı şey, Bush yönetiminin bölgedeki milyonlarca insanın hayatını tehdit eden bu düşüncesinin birkaç yıl öncesine kadar Irak ve Afganistan'a saldırırken kullandığı retorik ile olan benzerliğiydi. ABD'nin İran'ı işgal etme planının açığa çıkmasına eşlik eden ve İran meselesi tartışılırken Irak ile Afganistan'da yaşanan felaketlerin de hafızalardan silinmiş olmasıyla dikkat çeken bu kolektif amnezi (bellek yitimi), hegemonya ve imparatorluk kavramlarını yeniden masaya yatırmayı gerektiriyor. Bu kavramlar üzerine düşünmek, ABD ordusunun küresel boyutlara ulaşan macerape-restliğindeki deliliğinin takip ettiği belirli bir yöntem olup olmadığını anlamamıza yarayabilir.

İmparatorluğun bir hegemonya planı, küresel savaş kışkırtıcılığını meşrulaştırmak adına yürüttüğü ideolojik bir gündemi mi vardı? Yoksa yaptığı her şey, dünyanın tamamını karıştırıp dağıtarak, insanlığı maruz bıraktığı dehşet operasyonunda hiçbir ahlaki ve siyasi sorumluluğu üzerine almadan maceradan maceraya atılmaktan mı ibaretti?

Niall Ferguson, ortaya çıkan ABD imparatorluğunun tarihsel boyutlarını kuramlaştırmış ve Amerikan imparatorluğunu "anti-emperyalizmin emperyalizmi" olarak adlandırmıştı. Bu tanım, uygun sıfatıyla adlandırılmaktan hoşnut olmayan ve kendisini öz-gürleştirici bir güç olarak sunan küresel bir tahakküm biçimine işaret ediyordu. Michael Hardt ve Antonio Negri de, 11 Eylül olaylarından çok önce, İmparatorluk (2000) isimli eserlerinde aldıkları teorik pozisyonla, ABD için kullanılabilecek klasik "emperyalizm" tanımının, artık imparatorluk biçimini almış bir tahakküme dönüştüğünü savunmuş ve bunun kaynağını Amerikan anayasalcılığından alan kültürel, sosyal ve ekonomik küreselleşme ile olan bağlantılarının bir dökümünü yapmıştı. Eric Hobsbawm ise şöyle diyordu: "Anglo-Amerikan tipi emperyalist misyonun kavramlarına göre, insanlığın geri kalanı sadece bir hammadde, çömlekçinin elleriyle yoğuracağı bir çamur gibiydi. Bu üstünlük iddiası, İngiliz dar görüşlülüğünün bir mirası olarak görülebilir; Amerika'nın zenginliği ve genişliğiyle kendini iyice ortaya çıkaran bir miras."

0 zaman, Amerikan imparatorluğunun bu dalgalı rotada nasıl ve hangi hatlarda kaptanlık ettiğine dair ilgi ve bilgi eksikliği olduğunu söyleyemeyiz. Ancak Amerikan imparatorluğu kavramına dair bu ilginin yanı sıra, ABD propaganda aygıtlarının sırtlarını 11 Eylül'den beri anlık bir amnezi, sistematik bir kolektif hafıza kaybı; sanki tarih, bellek, anı denen şeyler ölmüşçesine "kimsenin izlemediğini, saymadığını, hiçbir şeyin kaydını tutmadığını" varsayan çirkin bir düşünceye yasladığını söyleyebiliriz. Bu girişim, yağmacı imparatorluğun temel tezlerinden birini oluşturan ve kolektif hafızanın, paylaşılmış deneyimlerin ve yakın tarihin silinmesine işaret eden Francis Fukuyama'nın "tarihin sonu" argümanıyla da sonuna kadar uyuşuyor.

Her iki yılda bir düzenlenen büyük askeri operasyonların yakıtı haline gelerek bunlara gönüllü olarak rıza gösterilmesini sağlayan ve siyasi olarak hızlandırılmış kolektif amnezi halini nasıl açıklayabiliriz? Bunu bir yolu, 11 Eylül'ün yarattığı travmatik dehşeti, görünürde ve teoride zarar görmez olanın pratikte savunmasız olarak tahayyül edilmesini olanaklı kılan tarihsel bir bellek yitimi, kolektif bir bastırılma olarak okumak. 11 Eylül'ün yarattığı o ağır sarsıntı, yarattığı korkunç ve etkileyici görselliğin büyük boyutu yüzünden sürekli karşılaştırıldığı Pearl Harbor'dan daha beterdi. Dünya Ticaret Merkezi'nin ikiz kulelerinin un ufak olduğu bu kıyamet, emperyalizmin sembolü olan küresel sermayenin totemlerinden, anıtsallaşmış gücün fallik sembollerinden birinin korumasızlığma işaret ediyordu. Bu savunmasızlık, unutulmasına izin verilemeyecek kadar akılda kalıcıydı. Böylece, sürekli yeni düşmanlar ve hareket eden hedefler yaratmak, bu sanal imparatorluğun temel icra yöntemi haline geldi. Uzun vadeli hafızadan yoksun (hatta uzun hafızadan yoksun olmayı şart koşan) ve bir ya da iki yıllık kısa vadeli hafızalara (her yeni başkanlık döneminde yaşanan bir ya da iki savaşın hatırasına) yaslanan bir imparatorluk bu.

Bu kolektif bellek yitimi halinin, aslında onu çoğaltan ve destekleyen bir başka patolojik durumla, seçici hafıza ile bağlantılı olduğu da savunulabilir. Böyle bir seçici hafıza/algı halinin, İslami kökenlerden gelen ve son beş yıldır ABD piyasasını dolduran "teröre karşı savaş" siyasetiyle uyumlu insanların hatıratlarını yayınladıkları edebi eserlerle açıklanması mümkün. Bu edebiyat ürünleri, belki de kendilerini en iyi Azar Nafisi'nin Tahran'da Lolita Okumak (2003) isimli kitabıyla cisimleştiriyor. İslam dünyasındaki Müslüman kadınların meşru endişelerine ışık tutan kitap, aynı zamanda bu durumu ABD'nin askeri maceraperestliğinin ideolojik altyapısının hizmetine de sunuyor.

Başkan Bush'un tekrar tekrar belirttiği gibi, ABD artık "terörizmle" uzatmalı ve ucu açık bir savaşa girmiş durumda. Bu terörizm, görünürde İslami bir kaynağa dayanıyor. Bu belirli okumada ise, İslam; vahşi, pis, rezil ve hepsinden önce kadınları hor gören bir yapıda resmediliyor. Böylece, İslami terörizmle savaş demek, Müslüman kadınları erkeklerinin kötülüklerinden kurtarmak anlamına geliyor. Gayatri Spivak'ın dediği gibi, "Koyu tenli kadınları, koyu tenli erkeklerden kurtaran beyaz erkekler."

Azar Nafisi ise, ABD'nin "teröre karşı savaş" adı altında yürüttüğü küresel hâkimiyet iddiasındaki tahakkümünün, kolektif hafıza yitimini ve oryantalist yaklaşımları da kullanan ideolojik altyapısının hazırlanmasına katkıda bulunan ve bir sonraki yazıda değineceğim "yerel muhbir" veya "komprador entelektüel" sıfatlarıyla tanımlanabilecek yardımcılarından sadece bir tanesi. ABD bugün komprador aydınlara, evsiz beyinlere ve kiralık katillere bel bağlıyor. Seçici bir hafıza oluşturarak daha kalıcı bir kolektif bellek yitimini yaratmayı ve acil Amerikan emperyalist amaçlara hizmet etmeyi amaçlayan bu "zorla değil de, gönüllü olarak rıza alma yöntemi" şimdilik işe yarıyor olabilir. Ama eninde sonunda, tarihin gerçek dalgalarını görmezden gelerek hayali kumdan kaleler yaratma çabası, kendi kendisini yok edecek. Bu imparatorluk sonsuza kadar dayanmayacak. Çünkü imparatorluklar sonsuza kadar yaşasaydı eğer, bugün tüm dünya hala Pers İmpara-torluğu'nu konuşuyor olurdu. Çeviri: Zeynep Oğuz