İkinci Dünya Savaşı sonrası Amerikalılar, Amerikan imparatorluğunun gerçekliğine yönelik ciddiyetle tasarlanmış bir cehaletle büyüdüler, bu gerçekliği perdelemek için yaratılan mitler de bugünün siyasi ayrışmalarının yolunu açtı. Trump’ın “Amerika’yı yeniden mükemmelleştirelim” ya da Biden’ın “Amerikan önderliğini eski haline getirelim” sözleri, Amerikan imparatorluğunun meyvelerinin nostaljisi gibi gözüküyor.

Amerikan imparatorluğunun gerilemesi ve çöküşü

Medea Benjamin & Nicolas J. S. Davies

2004 yılında, gazeteci Ron Susskind, Bush’un Beyaz Saray danışmanlarından birinin şu cümlesini aktarmıştı; “Biz artık bir imparatorluğuz, eyleme geçtiğimiz zaman, kendi gerçekliğimizi yaratırız.” Susskind’in, kamusal politikalar gerçekliği temel alan bir birliktelik ile inşa edilmeli iddiasını bu şekilde yanıtlamıştı. “Biz tarihin aktörleriyiz” diyordu danışman ve ekliyordu: “…ve size, hepinize kalan sadece bizim yapıp ettiklerimizi incelemek olacak.” 16 yıl sonra, Bush’un başlattığı Amerikan savaşları ve savaş suçları dünyaya sadece kaos ve şiddet getirdi ve bu tarihsel suç ve başarısızlık birikimi ABD’nin uluslararası gücünü ve otoritesini zayıflattı. Bu emperyalist kalbin attığı yerde, danışman ve meslektaşlarının sürdürdüğü pazarlama, Iraklılardan, Çinlilerden, Ruslardan çok Amerikalıları böldü.

İronik olarak, Bush yönetiminin ABD’yi kuruluşundan itibaren bir imparatorluk olarak görmesi, 2004 yılında bir Beyaz Saray Danışmanı’nın imparatorluk terimini kullanması, bahsettiği gibi yeni ve yükselen bir imparatorluğa değil, çökmekte ve gerilemekte olan, bir ölüm sarmalına gözü kapalı koşmakta olan bir imparatorluğa işaret ediyordu.


Amerikalılar, ülkelerinin hedeflerinin emperyalist doğası konusunda her zaman bu kadar cahil değillerdi. George Washington, New York’u imparatorluğun tahtı, İngiliz güçlerine karşı yürütülen mücadeleyi de imparatorluğa giden yol olarak tarif ediyordu. New York’lular bu ifadeleri çabucak benimseyerek kendi eyaletlerini imparatorluk devleti (Empire State) olarak tanımladılar ki bugüne kadar gelen Empire State binasında da eyalet plakalarında da bu ifade hâlâ mevcut. ABD’nin yerli toprakları üzerinde genişleyerek büyüttüğü egemenliği, Louisiana’yı ele geçirmeleri ve Meksika-ABD savaşıyla kuzey Meksika’yı ilhak etmeleri, George Washington’ın kurduğunun çok ötesinde bir imparatorluğu inşa etti.

İkinci Dünya savaşı sonrası Amerikan imparatorluğunun bütün olarak yükselişe geçmesiyle birlikte liderleri, sömürge sonrası çağda emperyalist gücün kullanımı için gereken yetenek ve inceliğin farkına varmışlardı. Britanya veya Fransa ile bağımsızlığı için savaşan hiçbir ülke Amerika’dan gelecek emperyalist işgale kucak açmayacaktı. Bu yüzden ABD egemenleri, imparatorluk, emperyalizm gibi terimlerden titizlikle kaçınarak sömürge sonrası dönemdeki pozisyonlarını sarsmadan, tüm dünya üzerinde emperyalist egemenliklerini kurabilecek bir yeni sömürgecilik sistemi geliştirdiler.

Gana’nın eski devlet başkanı Nkrumah gibi eleştirmenler, bağımsız görünen sömürgecilik sonrası ülkeler üzerinde zengin ülkelerin emperyalist kontrolünü ve gücünü ciddi şekilde analiz ettiler. Nkrumah, Yeni Sömürgecilik: Emperyalizmin Son Aşaması isimli kitabında, yeni sömürgeciliği (neocolonialism), emperyalizmin en korkunç, en kötü formu olarak nitelendirdi. Pratiğe dökenler için bu sistemin sorumluluk getirmeyen güç, cefasını çekenler içinse tamiri mümkünsüz bir sömürü olduğunu ifade etti.

Bu yüzden de İkinci Dünya Savaşı sonrası Amerikalılar, Amerikan imparatorluğunun gerçekliğine yönelik ciddiyetle tasarlanmış bir cehaletle büyüdüler, bu gerçekliği perdelemek için yaratılan mitler de bugünün siyasi ayrışmalarının yolunu açtı. Trump’ın “Amerika’yı yeniden mükemmelleştirelim” ya da Biden’ın “Amerikan önderliğini eski haline getirelim” sözleri, Amerikan imparatorluğunun meyvelerinin nostaljisi gibi gözüküyor.

Geçmişe dönük, kim Çin’e,Vietnam’a, Küba’ya karşı kaybetti gibi sorular, kim ABD’yi kaybetti ve kim tekrar onu eski mitik mükemmelliğine ve önderliğine kavuşturabilir sorularına dönüşüyor. Bugün dünyanın bir pandemi ile mahvoluşunun yolunu açan Amerikan liderliği değilmiş gibi üstelik.

Bütün başarılı imparatorluklar en uç sınırlarına kadar genişlemelerini, yönetimlerini ve sömürülerini ekonomik ve askeri güçlerinin birlikteliğine borçlular. Amerikan imparatorluğunun sömürge sonrası döneminde bile, genişlemedeki gerçek başarı Amerikan ordusu ve CIA’in dışarıdaki kapıları kırması ve bu kapılardan giren Amerikan şirketlerinin buralara yayılarak ekonomisine hakim olması ve yeni pazarlar yaratması.

Fakat şimdi ABD’de askeri kanat ile sermayenin ihtiyaç ve talepleri örtüşmüyor. Orduya çalışan birkaç şirket dışında, Amerikan sermayesi Irak ya da hâlâ süren diğer Amerikan savaş alanlarına açılan kapıları takip etmediler. Irak’ı işgalin ardından geçen 18 yılın sonunda, Irak’ın en büyük ticari ortağı Çin, Afganistan’ın Pakistan, Somali’nin BAE ve Libya’nın da AB.

Amerikan büyük sermayesine kapılar açmak ya da ABD’nin diplomatik varlığını desteklemek yerine, Amerikan savaş makinesi, Çin’in küresel gelişimine fırsat yaratan, sadece ülkeleri istikrarsızlaştırmak, ekonomilerini çökertmek, yeni ekonomik fırsatlar yaratmak yerine önüne geçmek, ülkenin içeride ihtiyacı olan kaynakları bölerek ABD’nin uluslararası gücünü artırmak yerine zarar veren yıkıcı bir güç haline gelmiş durumda.

Eisenhower, ABD’nin askeri endüstriyel blokunun, hukuku, esasları hiçe sayma arzusuna karşı uyarırken, tam olarak böyle bir tehlikeyi, Amerikan halkının asli ekonomik ve toplumsal ihtiyaçlarının önüne dünyadaki en büyük on ordunun toplamından daha fazla maliyeti olan ama değil bir imparatorluğu tekrardan canlandırmak, ne bir savaş kazanabilen, ne bir virüsü etkisiz hale getirebilen bir savaş makinesinin tehlikesini öngörüyordu.

Çin ve AB, dünyanın çoğu ülkesinin büyük ticari ortakları hale geldiler. ABD hâlâ bölgesel ekonomik güç fakat Güney Amerika’da bile ülkelerin birçoğu Çin ile daha fazla ticari ilişki kuruyor. Amerikan militarizmi, ülkenin kaynaklarını silahlara ve savaşlara harcarken, Çin ve AB ise 21. yüzyılın altyapısına yönelik barışçıl ekonomik ilerlemelere yatırım yapıyorlar.

Örneğin, Çin dünyanın en büyük yüksek hızlı raylı sistemini sadece on yılda (2008-2018) kurarken, Avrupa 1990’lardan beri kendi yüksek hızlı ağını genişletirken, yüksek hızlı raylı sistem ABD’de hâlâ sadece taslak halinde.

Çin 800 milyon insanı yoksulluktan kurtarırken, ABD’nin yoksulluk oranı son 50 yılda çok az değişti, üstelik çocuk yoksulluğu daha da arttı. ABD hâlâ gelişmiş ülkeler arasındaki en zayıf sosyal güvenlik ağına sahip, temel bir sağlık hizmeti sistemi yok ve ekstrem neoliberalizmin güçte ve ekonomide yarattığı eşitsizlikler Amerikan nüfusunun yarısının emeklilikte sıfır birikimle ve güvenceyle yaşamasına sebep oluyor.

Zorunlu olmayan federal harcamaların yüzde 66’sının, ABD’nin gerileyen ekonomik imparatorluğu açısından bir yararı kalmamış bir savaş makinesini korumak ve büyütmek için harcanması, kendi halkının geleceğini daha fazla tehlikeye atmaktan başka bir işe yaramıyor.

Counterpunch.org sitesinden kısaltarak çeviren Yusuf Tuna Koç