ABD’yi öğrenir herkes bir biçimde. Küçüklüğümde kanıma damardan girdiği bilinse de, bunun yollarını yöntemlerini dillendirmek anlata anlata bitmez...

ABD’yi öğrenir herkes bir biçimde. Küçüklüğümde kanıma damardan girdiği bilinse de, bunun yollarını yöntemlerini dillendirmek anlata anlata bitmez... 1952-1956 arası, hangi sınıftaydım anımsayamasam da ABD’nin “yoksulluk yardımı” adı altında dağıttığı süt tozu, turuncu renkte peynir, balık yağı ile tanışmıştım ilkokulda. Aman nasıl da kokarlardı; beslenme saati geldiğinde midem altüst olur, ödüm kopardı, kusmayayım diye. Ama yine de, öğretilenler doğrultusunda, bir süre sürecek “sen çok yaşa Amerika” serüvenim başlamış oldu o günlerde çocuk aklımla...

Ne bilirdim ki; aralarında Türkiye’nin de bulunduğu 16 ülkenin, Truman Doktirini’nin uzantısı olan Marshall Yardımı’ndan yararlandığını; yayılımcılığın önemli aracılarından biri olan Dünya Bankası’nın uzun erimli ticaret karşılığı krediler açtığını, karşılığında siyasetçilerimize makam arabaları, kadınlarımıza naylon çoraplar, askerlerimize hurdası çıkmış silahlar alındığını, ekonomik bağımlılığın hallice yoluna sokulduğunu; 1950’lerin başında artan Türk-Amerikan ilişkilerini, NATO’ya girmemizi, Marshall Planı’nı, gıda yardımlarının ardından Anadolu’da ilk kez çocuk felci olayları saptandığını ve çocuk felci aşısının büyük paralarla bizlere satıldığını... Ne haberim olacaktı bunlardan?!

Bir de bizim mahalle... 13-14 yaşlarım... Sokağımızın köşesinde ana cadde üzerinde Amerikan Elçiliği’nde görevli bir adam oturuyordu. Yeterince sarışın bir afet, biz yaşıtlarından uzunca boylu kızı için ne tür saklambaçlar oynardı mahallenin çocukları, bilemem şimdi ya, ben tam evin karşısındaki parkta sıralardan birinin arkasına konuşlanırdım çömelerek. Okuldan dönüşünde arabadan inip eve girecek kısacık zaman bile yeterliydi sanki, o umutsuz sana bana yar olmaz o yabancı güzelliği hayranlıkla izleyebilmek için... Kardeşi, bize bir biçimde birazcık bulaşmış oğlanın adı Skippy’di. Onunla daha sıkı fıkı arkadaş olmak için herkes can atardı. Saçları kısa, önden fırça gibi yukarı kalkıktı. Hafta sonlarını geçirdikleri elçiliğe bağlı özel kurumlarına çağırdı birkaçımızı bir pazar günü Skippy. Söylediklerinden yarım yamalak algıladıklarımızla, somutta yüz yüze gelince nasıl da şaşırmıştık. Ellerinde sopalarla beyzbol denilen bir oyun oynuyorlardı. İçlerinde bilmediğimiz, değişik yiyeceklerle donanmıştı beyaz örtülü masalar, düzenli tertemiz. Bir de daha önce hiç içmediğimiz Coca Cola dedikleri içeceğin tadına nasıl da bayılmış onu içerken kendimizi nasıl da ayrıcalıklı kılmıştık.

Anamız babamız ne bilsindi! Neler, ne bolluklar, ne zenginliklerdi böyle tanrım! Dünyamız değişmişti. Bizleri fakir fukara, mahallemizdeki her şeyi çarpuk çurpuk görmeye başladık. Neden Amerikalılar gibi değildik?! Sonraları bize Cola, bir de gizliden gizliye içmeye başladığımız Amerikan sigaralarından getirebilir mi diye az mı dolaşmıştık yalvar yakar Skippy’nin peşinde... Bir de bu oğlanın ıslıkla söylediği bir şarkı vardı. Ve Amerikalı Skippy’le ilgili her şey ilgimizi çekerdi... Bir gün sorduk: “Ne bu çaldığın?” “Amerikan kovboyları aslan Cinotri...” dedi. Hepimiz kovboyları biliyorduk da ama kimdi bu Cinotri?!