Savaş sonrasında Amerika çok sancılı bir ülke haline geldi: McCarthy’cilik denilen şey, bir tür kendisi ayyaş, aklı çalışmaz ve uçkurunda, ikiyüzlü, kısacası tam anlamıyla Victoryen bir zihniyete sahip kesimin açıkça sivil topluma saldırısıdır. Bu saldırı o kadar köklü ve esaslı biçimde toplumu dönüştürmeye çalıştı ki gençliği kapsaması imkânsızdı. Niçin imkânsızdı? Çünkü gençliğe verdiği vaatler ile ideal yaşama biçimi ile toplumsal yaşamın verdiği maddi imkânlar arasında büyük uçurum vardı.

İkinci olarak ise McCarthy’ciliğin WASP ideolojik söylemi tam olarak ikiyüzlüydü. Üçüncü olarak ise bu söylem dünyanın değişik ülkelerinden gelmiş kesimler için yeni bir “biz” üretemezdi. Son olarak ise gençliğin enerjisi ve sivil toplumun aktiviteleri giderek daha fazla enerjilerini eğlence alanına dönüştürmüştü ve özgürlük tutkusu ile sarılıp sarmalanmıştı.

Bu anlamda McCarthyciliğin başta Hollywood’u temizleme, daha sonrasında ise medyayı yönetme, ardından ise sanatın kuşatılması ve hatta teslim alınması süreci, doğmakta, serpilip gelişmekte olan kültürü tüketti. O zaman nasıl Sovyetler Birliği’nde Samizdat denilen yeraltı edebiyatı ve kitleselleşmiş iletişim ortaya çıkmış ise, Amerika’da da aynı yıllarda Beat Kuşağı ortaya çıktı. Zaman içinde o kadar ileri düzeye vardı ki WASP ideolojisi üreten sınıfın çocukları bile bu Beat Kültürünün en büyük alıcıları haline geldiler. Bugün geriye dönüp baktığımızda gördüğümüz dünya çapındaki ünlü müzisyen gruplarının çok büyük bölümü aslında köklerinde WASP ve türevi ideolojilerin muhalifleri ve bunlarla uyumsuz bir kuşaktan gelen gençlerden oluşur. Lilian Helman haklıydı: McCarthy’nin suratında ayyaşlık, hatta riyakârlık akıyordu, buna karşın McCarthycilik egemen medyayı ve Hollywood’u büyük oranda belirledi. Çünkü bunlar büyük sermaye gruplarıydı ve gruplar ise piyasadaki konumlarını sürdürmek için iktidarla ilişkilerini sürdürebilmek adına, iktidarın koyduğu sınırlara sadık kalmayı seçtiler.

Sonuçta, Majörler denilen film şirketlerinin sistemi ancak 1960’a kadar ayakta kalabildi, onun ardından on yıl içinde Majörler büyük bir yıkılışa doğru sürüklendiler, sistemi yenileyen tüm bağımsız yapımlara baktığımızda, Majörlerin üretim tarzından söylemine kadar ciddi bir değişikliğe doğru sistemi sürüklediler. Amerikan büyük “biz” söylemi tükendi ve Amerika’nın örneğin İngiltere benzeri “üzerinde güneş batmayan ülke” hayalinin imkânsız olduğu ve Amerika’nın böyle bir “biz”i üretemeyeceği anlaşıldı. Peki, Amerika’nın üreteceği büyük “biz” ne olarak kodlanabilirdi? Tam ve en yalın gerçek karşılığı “Süperman” olarak adlandırılan o sefil filmler dizisi oldu. İngiltere hayali biçimde Süper-Biz üretmişti, o Süper-Biz yenilince yerini ironiye ve hatta öz-alaya bıraktı, bunun kültürel karşılığı The Wall’dur. Amerika’da en sefil biçimde American way of life hayalinin son temsilcisi McCarthy denilen ayyaş suratlı oldu, o biz üretilemeden, yerleşemeden, egemen olamadan yenilgiye uğradı, onun yerine merkezin söylemi ve ideali, “Süperman” biçiminde kılık değiştirip sisteme eklemlendi. Aynı söylemin bir başka tezahürü ise Kirli Harry denilen sefil tiplerdir. Kirli Harry’nin sanatsal söylemi nedir? WASP ideolojisi egemen-meşru-yaygın-sistemin merkezi olamayınca, WASP ideolojisinin temsilcisi olan Kirli Harry yenilgiyi kabul etmek yerine tek tek belirli kötülerle dişe diş bir mücadeleye girişiyordu.

Peki, bunun Avrupa’daki karşılığı nedir?

Çok net: Serseri Aşıklar (Godard) mesela, tam olarak Beat Kuşağı’nın estetik ve sosyal ifadesidir. Aynı şekilde felsefe alanında Deleuze ve Guattari’nin ulaştıkları anti-ödip söylemi aynı paradoksun zavallı ifadesidir. Foucault’nun Deliliği, Hapishaneleri, Bilgi Felsefesi ve Şeyleri ve Bunların anlamlarını inceleyen tüm eserleri, kısacası “normali” inceleyen tüm söylemi ve eleştirisi, normalleştirilemeyenlerin itirazlarından oluşur.

Bu anlamda French Theory denilen şeyi kuran filozofların ilk önce Amerika’da ün kazanıp sonradan Fransa’da başköşeye kurulmalarının ardındaki paradoks da böyle anlaşılmalıdır. Niçin ilk önce Avrupa’da büyük ün ve meşruiyet kazanamadılar? Çünkü Avrupa, bizzat kendi ürettiği Aydınlanma, Klasik Çağın bilimi ve değerlerini o kadar öğrenmişti ki bu kadar asosyal söylem orada başköşeye kolay kolay oturamazdı.

Amerikalıların tarihle ve insanlığın evrensel kültürüyle bağları o denli zayıftır ki bu toplumun dünya genelinde büyük filozof çıkarması eşyanın tabiatına aykırıdır. Bu kadar pragmatizm ve yükselme mekanizmasının insanın insanı satması ve kullanması üzerine kurulu bir toplumun dünya için evrensel ideolojiler üretmesi bilginin ve felsefenin kendisine aykırı: Tezatlı bir arzu, gerçekleştirilemez, paradoksal söylem gibi.

Bu anlamda aynı şekilde, Serseri Aşıklar’da Jean Seberg’in oynaması ve satılan gazete gibi şeyler, filmin kolektif bilinçaltındaki kimliğini sergiler.

Türkiye’nin bunlarla ilişkisi nedir?
Son derece açık ve net: Türkiye’ye bu tip şeyleri getirenler yabancı dil bilen, üst-orta sınıfın üyeleri idiler. Bu insanlar ise aynı Amerika gibi Türkiye’de evrensel söylemler, değerler, anlamlar ve angajmanlar üretemeyecek bir sınıftır. Çünkü bu sınıfın maddi temelleri, yani toplumun kendini yeniden üretme sürecinde aldıkları roller, haklarıyla alınmış değil, tam tersine “asalak” karakterli idi.

Bu nedenle, edebiyatımız ve sanatımız daha çok kendiliğinden ve hatta içgüdüsel olarak bu modeller üzerine kurulu örnekleri yüceleştiremedi, giderek kendine başka alanlar, başka idealler, söylemler ve yüceler buldu. Ne yazık ki aşırı pratikle yüklü oldu ve kurtuluşçu ideolojilere dönüşerek aktarmacı bir söylemle buluştu. Sağın söylemiyle “kökü dışarıda ideolojiler”in toplumsal temellerine baktığımızda, gördüğümüz şudur:

Türkiye’de kurtuluşçu ideolojiler tarihimize ve toplumsal ilişkilerimize pek itibar etmedi. Önce bizi ve geçmişimizi reddettiler, geçmişteki köklerini bulmak yerine, bugünkü sorunlara çözüm aramak yerine, gördükleri aksaklıkları abartarak anlattılar, onun yerine hayali bir “ideal” üzerinden o günkü “bizi” eleştirdiler, yok etmeye çalıştılar, hatta aşağıladılar.

Bugün görüyoruz ki Batı‘dan ithal edilen o ideali, Batı kendi elleriyle yok etti, şimdi ise merkezde ırkçılık ve ayrımcılık kokan (racism and discrimination) bir biz söylemi üretiliyor. Bu “biz” söylemi büyük oranda WASP’ın ideolojisinin türevleri gibi şekillenmiş. Kısaca Viktoryen ahlakın yeniden güncellenişi var: bu ahlakın kendisi hem riyakâr hem de yalancıdır. Bunlara karşı alaycı ifadelerle, kınayan örnekleri zamanında Bertrand Russell yeterince vermişti.