Münazaralar bitti ve şimdi herkes 8 Kasım’daki seçimin sonucunu bekliyor. Kimin kazanacağını bilmek şimdiden zor ama belirtmekte fayda var; birçok teorisyene göre ABD Başkanının kim olduğu önemli değildir çünkü sistem Başkanı belirler ve nasıl hareket etmesi gerektiğini söyler

Amerikan seçimleri ve yeni dünya düzeni

BATUHAN BOZDOĞAN*

Dünya nefesini tutmuş, 8 Kasım’daki Amerikan Başkanlık seçimini bekliyor. Akıllara gelen ilk soru, yeni başkanın kim olacağı. Ancak en az bunun kadar önemli olan yeni başkanın nasıl bir politika izleyeceği, dünya siyasetindeki tavrının ne olacağı konusu. Cumhuriyetçiler ve Demokratlar ABD Başkanının kendilerinden olması için her dört yılda bir seçim atmosferine girerler. İşte bu yıl da, yeni bir seçim havasına ev sahipliği yapıyor. Cumhuriyetçiler iş adamı Donald Trump, Demokratlar ise Senatör Hillary Clinton ile temsil ediliyor. Belki herkes Clinton’ı –deneyiminden dolayı– Demokratların Başkan adaylığı için öngörüyordu yolun başında, ancak kimse Donald Trump’ın böylesine bir başarı elde edeceğine inanmıyordu. Yola çıktığında tek bir söylemi vardı Trump’ın, “Amerika’yı tekrar mükemmel yapmak”. Ancak önce Latinler üzerinden yabancılara ve son olarak Müslümanlara söyledikleri Trump’ı bir anda Amerika’nın en çok konuşulan ismi yaptı. Yaptığı ırkçı söylemlerin kendisine pozitif döndüğünün farkındaydı, lakin adaylığının kesinleşmesiyle söylemlerini de değiştirmesi oyunu kuralına göre oynamaya çalıştığının da göstergesiydi.

Trump ve Clinton arasındaki fark; temsil ettikleri siyasi görüşlerden ziyade siyasi tecrübelerinde de görülebilir. Bu açıdan, Hillary Clinton kazanmaya en yakın aday. Hatta önce 24 Eylül’de, belki de tarihinde ilk defa, New York Times gazetesi bir başkan adayına açıkça destek verdi “Başkanlık için Hillary Clinton”1 isimli makaleyi yayımlayarak, Clinton’ın neden başkan olması gerektiğini zekası, deneyimi ve cesaretini ön plana çıkararak anlattı. Ertesi gün “Neden Donald Trump Başkan Olmamalı”2 isimli bir yazı daha yayımlandı New York Times’ta; Trump’ın bağnazlığına ve küstahlığına atıfta bulunarak.

26 Eylül’de Trump ve Clinton arasında gerçekleşen ilk Başkanlık münazarısı, Amerikan halkının büyük bir kısmına göre, New York Times’ın haklılığını ortaya çıkardı. Çünkü Trump’ın vergi beyannamesi hakkındaki cevapları Clinton’ın hem elini güçlendirdi hem de Trump’a karşı psikolojik üstünlük sağlamasına yardımcı oldu. Zira Trump’ın vergi beyannamesini neden açıklamadığına dair, “Hillary de sildiği 33 bin e-mail’in hesabını versin” cevabı aslında Trump’ın siyasi manevraları iyi bilmediğini gösteriyordu. Diğer yandan Clinton, başını en çok ağrıtan ‘e-mail’ olayının hatası olduğunu ve kendisini bu konuyla ilgili savunmayacağını söyleyerek siyasi açıdan bir adım öne geçti. Clinton’ın bir diğer üstünlüğü ise, IŞİD’le mücadelede yapılacaklar sorusuna verdiği cevaplardı. Rakibi Trump’ın Irak İşgali/Savaşı hakkındaki sözlerini hatırlatarak, Trump’ın savaşı destekleyen birisi olduğunu tekrar vurguladı Clinton.

9 Ekim Pazar günkü ikinci Başkanlık münazarası Clinton için Trump’a ait –bir kadın hakkındaki cinsel içerikli söylemlerini içeren– ses kaydının 7 Ekim’de Washington Post gazetesi tarafından basınla paylaşılmasıyla, çok daha kolay geçti denilebilir. Ses kaydının; kendisini yansıtmadığını, bunun için özür dilediğini söylemesi faydalı olmadı Trump’a. Ancak münazara sonrası yapılan anketlerde seçmenlerin Trump’ı hâlâ desteklediklerini “Biz ona Papa olması için oy vermiyoruz”3 diyerek belirtmeleri, Trump’ın hala desteklendiğinin işareti.

Gelelim yaklaşık doksan dakikalık münazaranın içeriğine. Özellikle şu üç soru hem Amerika’nın hem de dünyanın geleceğini meşgul edecek türdendi:

1.Başkan olsanız IŞİD konusunda planlarınız neler olurdu?

2.Ortadoğu’ya ordu göndermeyi düşünüyor musunuz?

3.Amerika’daki Müslümanlar adına planlarınız nedir?

Cevapları da en az sorular kadar ilginçti. Örneğin birinci soruya Clinton; İran ve Rusya’yı Esed’i desteklemek ve IŞİD’e karşı önlem almamakla suçlarken, müzakere masasında her sorunun çözülebileceğini, Rusya’yla bunu daha önce başardıklarını, başkan seçilirse müzakere masasına oturmayı tercih edeceğini söyledi. Trump ise, sizin stratejiniz nedir sorusuna cevap vermedi. Sözlerine Esed, Rusya, Suriye ve İran IŞİD’i vuruyor diye devam etti. İkinci soruya Trump “IŞİD’in büyümesine Obama, John Kerry ve Hillary müsade etti ve ordunun neden daha önce harekete geçmediğini merak ettiği” cevabını verdi. Clinton ise; ABD’yi savaşa sokmanın mantıklı olmadığını, bu konuda neler yapacağını anlattı. Clinton’ın sözleri ülkemiz adına da önemli çünkü Clinton bu münazarada da–ilk münazarada olduğu gibi– Ortadoğu’daki Kürt gruplarından tekrar bahsetti, hem de bu kez önemlerini vurgulayarak; “Kürtler bizim Suriye ve Irak’taki en iyi müttefikimiz.” Yanıbaşımızdaki savaşta başı en çok ağrıyan ülke biziz lakin ne iltifata tabii tutuluyoruz ne de yaşananların bir parçası görülüyoruz ABD tarafından. Türkiye olarak bölgedeki ağırlığımızı tekrar oturtmalıyız.

Son Başkanlık münazarası Türkiye saatine göre bu sabaha karşı (20 Ekim, ABD’de 19 Ekim) dörtte Nevada Eyaleti Las Vegas şehrinde gerçekleşti. Son münazarasında öne çıkan konular ise; silah edinme hakkı, kadınların kürtaj hakkı ve bunun anayasal çelişkisi, özellikle Amerika’nın güney sınırına duvar çekilip çekilmemesi üzerinden belgesiz yani kayıt dışı göçmenlerin durumu ve elbette ülkemizi de yakından ilgilendiren Suriye, Irak başta olmak üzere Amerika’nın Ortadoğu politikasındaki geleceği söylenebilir.

amerikan-secimleri-ve-yeni-dunya-duzeni-199792-1.

Amerika’nın başını sıkça ağrıtan ve Clinton’ın da belirttiği gibi her yıl yaklaşık 33 bin insanın ölmesine neden olan silah edinme hakkı üzerinde değişiklik yapılması zorunlu olarak görünüyor. Clinton, bu konuyla ilgili anayasanın ikinci maddesinde düzenleme yapılması gerektiğinden bahsetti. Trump ise, Clinton’ın ABD anayasasına uymadığını ve insanların özgürlüklerini kimsenin elinden alamayacağını savundu. Trump’ın Güney sınırına duvar çekme isteği, sayıları 15 milyona yaklaşan kayıt dışı göçmeni yakından ilgilendiriyordu. Trump güney sınırından ülkeye giren uyuşturucu kaçakçılarının engellenmesi gerektiğini anlatırken “Clinton tanımadığımız insanları affedip, onlara vatandaşlık vereceğini söylüyor” diyerek rakibine de taş attı. Clinton “kimseyi şartsız affedip, onlara vatandaşlık vereceğim demiyorum. Suça karışmamışları ailelerinden ayırmayı doğru bulmuyorum. Ayrıca 15 milyon insan ekonomiye kazandırılabilir” dedi. Sözlerini ise; “Donald bu insanları sınır dışı edeceğini söylüyor. Ama bilmeliyiz ki, kendisi 1 kuruş bile vergi ödemezken bu insanlar ondan daha fazla ödüyor. Onları kayıt altına almamız; onlara, ailelerine, işverenlerine ve ekonomimize olumlu etki yapacaktır” diyerek bitirdi.

Münazaranın en hararetli anları, dış politika konusunda yaşandı. Trump’ın IŞİD konusunda Clinton ve Başkan Obama’yı suçlaması dikkat çekti. Ayrıca, “Irak’ı İran’a verdiniz ve İran bunun için size bir teşekkür mektubu göndermeli. Esad, senden ve Obama’dan zeki ve Rusya dahil bir çok ülke Amerika’nın liderine saygı duymuyor” dedi. Clinton’sa, Trump’ı Putin’in kuklası olmakla suçlayarak IŞİD konusunda “Bu kolay çözülebilecek bir durum değil. Amaç Musul ve sonra Rakka ama IŞİD’i bitirmek kolay olmayacak çünkü biz onlara havadan, karadan saldırdıkça onlar yer altına girecekler. Bu uzun mücadelede Irak kuvvetleri ve Kürt gruplar yer alıyor. Başkanlığım durumunda Amerikan birliklerini oraya göndermenin akıllı bir tercih olacağını düşünmüyorum” dedi.

Münazaralar böylece bitti ve şimdi herkes 8 Kasım’daki seçimin sonucunu bekliyor. Kimin kazanacağını bilmek şimdiden zor ama belirtmekte fayda var; birçok teorisyene göre ABD Başkanının kim olduğu önemli değildir çünkü sistem Başkanı belirler ve nasıl hareket etmesi gerektiğini söyler. Başkan da o şekilde hareket eder. Akla hemen şu soru geliyor: Başkan değil sistem ve istekleri önemliyse, dünyayı nasıl bir gelecek bekliyor? Yani yeni dünya düzeni nasıl olacak? Bunu kestirmek zor ancak belirtmeliyiz ki; Amerika, Obama döneminde Bush dönemindeki gibi yönetilmedi. Yani sistem farklı bir politika izledi. Örneğin, Bush dönemini herkes Irak İşgali ile hatırlar. Hem İslamofobinin hem de Amerikan düşmanlığının arttığı dönemdir Bush dönemi. Bu Amerika’ya dünya üzerinde prestij kaybettirmiştir. Obama dönemiyse, Amerika’nın prestijini tekrar kazanmaya çalıştığı bir dönem olarak hatırlarda kalacak. Özellikle Obama’nın ikinci adının ‘Hussein’ olması onun yani Amerika’nın Müslüman ülkelerde tekrar sevilmesine yardımcı oldu. Ayrıca Obama Amerikası özellikle dış siyasette, selefi Bush’a göre farklı politikalar izlemiştir. Düşman gördüğü grup ya da ülkelerle savaşarak değil; siyasi manevralar, diplomatik oyunlar ve finansal yaptırımlarla mücadele etmektedir. Açıkçası, Amerika’nın dünya için planladığı yeni düzen; silahlı mücadele sergilediği, gerekirse savaştığı bir sistemin aksine masa başı politikaları ve diplomatik manevralarla yönlendirebildiği bir sistem olarak karşımıza çıkıyor. Ortadoğu’da sınırların değişeceğini öngören ABD’li teorisyenlerin somut bir sınır değişimi yerine dünyanın somut sınır hatlarına sahip olmayan bir yapıya bürüneceğini kestirememeleri de bir hayli ilginç. Yani ilerleyen dönemlerde; silahlı mücadele yerine siber savaşları, Panama ve Wikileaks gibi gizli dökümanların yayımlanmasını bolca görebiliriz. Bu örneklerden yola çıkarak Amerika’nın yeni başkanı kim olursa olsun, ne Amerika’nın eski Amerika ne de dünyanın eski dünya olarak kalmayacağını belirtmek yerinde olacaktır.

(Endnotes)

1 http://www.nytimes.com/2016/09/25/opinion/sunday/hillary-clinton-for-president.html

2 http://www.nytimes.com/2016/09/26/opinion/why-donald-trump-should-not-be-president.html?smid=fb-nytimes&smtyp=cur

3 http://money.cnn.com/2016/10/09/news/economy/voting-for-donald-trump/index.html

* ​Indiana Üniversitesi Merkezi Avrasya Çalışmaları Bölümü Doktora öğrencisi, Türkçe Dili ve Türkiye'de İslam ve İslamcılık dersleri okutmanı