“Biz Cebeci’den ‘Sarı’ çektiğimizde, Polatlı’dan ‘Lacivert’ diye bağırırlardı!”

“Biz Cebeci’den ‘Sarı’ çektiğimizde, Polatlı’dan ‘Lacivert’ diye bağırırlardı!”

Endüstriyel futbol hadisesinden, yayıncı kuruluştan, milyon dolarlık futbolculardan, futbola el atmış belediye başkanlarından, tribün gruplarından, tribün liderlerinden çok zaman önce onlar vardı: Amigolar! Es es’in Amigo Orhan’ı, Ankaragücü’nün Amigo Sefa’sı ve diğer amigolar bir el hareketi ile tribünleri ayağa kaldırır; doksan dakikalara ayrı bir renk, heyecan kazandırırlardı. Sonra zaman içinde giderek değişen tribün manzaralarında onların yerini tribün grupları, tribün liderleri ve rant kavgaları aldı.
Ankara futbolunun giderek geçmişine ağıt yaktığı zamanlarda, güneşli bir Ankara gününde, bir zamanlar Ankara tribünlerinde nam salmış iki amigoyla, iki güzel insanla bir araya gelip sohbet ettik. Necdet Özkazancı ile birlikte biz sorduk, onlar yanıtladı.

Karşınızda Amigo Hüsnü ve Uzun Ali...

Ziya Adnan: Hüsnü Abi, kısaca kendinizi tanıtır mısınız?

Hüsnü Söğüt (Amigo Hüsnü): Bilecik, 1944 doğumluyum. Çok uzun yıllardan beri Ankara’da yaşıyorum.

Ziya: Amigoluk hikâyeniz nasıl başladı?

Hüsnü: Şu anda 67 yaşındayım. Aşağı yukarı 50 yıl önce Amigo Sefa’nın yanında maçlara gidip geliyorduk. Sonra Sefa amigoluğu bırakınca Ali ile ben devam ettik. Ali ile çok güzel günlerimiz oldu.

Necdet Özkazancı: Ali Bey, kısaca sizi de tanıyabilir miyiz?

Ali Çıklaçandır (Uzun Ali): Ankara, 1958 doğumluyum. Ankaragücü’nde amigoluğum, takımın 2. lige düştüğü 1975–1976 sezonunda kendiliğinden başladı.

Necdet: Peki bu sevda nereden geldi?

Ali: Takım tutmak bir gönül işidir. Ankaragücü de bizim gönlümüzün takımıdır. Ankaragücü için Türkiye’nin birçok vilayetinde 4–5 kez maça gitmişliğimiz vardır. İstanbul’a en az 10–15 kez gitmişizdir. O zaman tabii gençtik, heyecanlıydık. Ben özel sektörde çalıştığım halde hiçbir maçı ve deplasmanı kaçırmazdım. Şimdi üstüne para verip deplasmana git deseler, deplasmana gitmemiz biraz zor. 1981’de Türkiye Kupasını kazandıktan sonra deplasmanlara 40–50 otobüsle giderdik. Otobüslerin dışında özel arabalarıyla gelenlerin sayısı ise bilinmezdi.

Ziya: O zamanlar, tribünlerde “Amigoluk” diye bir kavram vardı. Amigonun bir el hareketiyle binlerce kişi tek vücut ve tek ses halinde tezahürata başlardı. Amigolar bu kadar etkiliydi. Size göre bunun sırrı neydi?

Ali: Sefa Abi, maç başlamadan önce tribünleri dolaşır ve taraftarla kısım kısım konuşmalar yapardı. Bu bir tür provaydı. Taraftarlarla birebir diyalogu vardı. Sonra demirin üstüne çıkıp da elini kaldırdığında taraftarlar müthiş bir tezahürata başlarlardı.

Hüsnü: O zamanlar tabii seyirci potansiyeli çok yüksekti. Taraftarlarda birlik ve beraberlik vardı. Sefa Abi’nin de taraftarlarla iletişimi çok iyiydi.

Ziya: O zamanki taraftar profiline baktığınız zaman, bugünkü taraftarlık arasında ne gibi farklılıklar görüyorsunuz?

Hüsnü: (Gülerek) Çok fark var. Bir defa, o zamanki taraftarların hepsi gerçek Ankaragüçlü idi. Şimdi ise Ankaragüçlüyüm diye geçinenlerin birçoğu çıkarcı kişiler…

Ziya: Sadece Ankaragücü’nün maçlarına mı giderdiniz?

Hüsnü: Hayır. Gençlerbirliği, PTT, Şekerspor, Demirspor, Petrolofis, kısacası tüm Ankara takımlarının maçlarına da giderdik.

Necdet: Polatlıspor üçüncü ve ikinci ligdeyken Polatlı’ya da geldiğiniz olmuştu.

Hüsnü: Evet. Polatlı’da da çok maça gittik ve Polatlıspor’u destekledik. Güzel günlerdi.

Ziya: Ali Bey, o zamanlardaki Ankaragücü ile günümüzdeki Ankaragücü’nü camia olarak nasıl görüyorsunuz?

Ali: Çok farklı görüyorum. O zamanlar, futbolcularda da taraftarlarda da forma aşkı vardı. Bir Ankaragücü ruhu vardı. Aslında bu, yani takım ruhu bütün takımlar için geçerli bir şey. Günümüzde destek yine var ama maalesef tribün gruplarının öne çıktığı ve her grubun kendini ön plana çıkarmaya çalıştığı bölünmüş bir ortam mevcut...

Ziya: Nasıl yani, sizin zamanınızda tribün grupları yok muydu?

Hüsnü: Bizim zamanımızda tribün grubu diye bir şey yoktu. Amigo olarak ben ve Ali vardık. Ali ile birlikte tüm stadı ayağa kaldırırdık.

Ziya: Sizce takımın ateşlenmesinde amigoluğun rolü var mı?

Hüsnü: Olmaz olur mu? Bir defa taraftarlar amigoyu severlerdi. Amigo bir grubun değil, bütün taraftarların amigosuydu. Biz binlerce taraftarla deplasmanlara giderdik. Hele yakın yerlere konvoy halinde gidilirdi.

Ali: 1985 yılına kadar takım sahaya çıkarken tribünlerden neredeyse bir kamyon konfeti atılır, maçlar 5–10 dakika geç başlardı. Çok net anımsıyorum. O muhteşem görüntüyü izlemek için maçtan anlamayan kişiler bile maça gelmek isterlerdi.

Necdet: O zamanlar bedava bilet diye bir kavram var mıydı?

Ali: Ben şahsen, amigo olmama rağmen her maça biletimi gişeden satın alıp girmişimdir. Parası olmayan ya da yetmeyen arkadaşlarımız için de kendi aramızda para toplayıp, gişeden biletlerini alır, kimseyi dışarıda bırakmazdık.

Ziya: Herkes parasıyla bilet alıp girerdi öyle mi?

Ali: Tabii… Ankara’da maç olduğu zaman, 19 Mayıs Stadı’na konvoylar halinde gelinirdi. İnanın, kapıların önünde metrelerce kuyruklar olur ve gişelerin açılması beklenirdi. Sıra beklerken de güzel sohbetler olur; tavla, dama, pişpirik gibi oyunlar oynanırdı. Zaten maçın başlamasına 3–4 saat kala da stat tamamen dolardı. Şimdi bakıyorum, maç başlayıncaya kadar dışarıda gezip, maç başladıktan 20 dakika sonra içeri girenler var.

Ziya: Sevgili Volkan Karaman’ın o zamanlara dair bir sözüdür: “19 Mayıs Stadı’nda bir çöpçüler, bir de biz olurduk!”

Ali: Aynen öyle... Volkan çok güzel söylemiş.

Necdet: O dönemde, sizde iz bırakmış Ankaragüçlü futbolcular kimlerdi?

Hüsnü: Bana göre 1970’lerdeki futbolcular, 1981’de kupayı alan kadro, bunların hepsi iyi çocuklardı. Onlarda takım ruhu vardı. Ben o zamanlardaki takımı hala ezbere sayabilirken, maalesef şimdi sahaya çıkan Ankaragücü takımındaki futbolcuların çoğunu tanımıyorum; kadroyu da ezbere sayamıyorum.

Ali: İşin doğrusu, son sezonlarda ben de kadroyu tanımakta zorlanıyorum.

Hüsnü: Hele bir dönem, Cemal Aydın’ın başkanlığı zamanında 50 kere gönderilip geri alınan futbolcular var. Takımı oyuncağa çevirdiler.

Ziya: Hüsnü Abi, kulübü bu hale getiren sebepler ve kırılma noktaları sizce nelerdir?

Hüsnü: Öncelikle kötü yönetimler… Ve sonra Ankaragücü tarihine kara bir leke olarak geçen 8-0’lık Galatasaray mağlubiyeti… Bu mağlubiyet ve sonrasındaki hoş olmayan söylentiler Ankaragücü taraftarına çok ağır geldi.

Ali: Cemal Aydın döneminde, Ankaragücü’ne tarihinin en başarılı sezonlarından birini yaşatmış olan Ersun Yanal’ın gönderilmesi affedilemez hatalardan biridir. O sezonda Ankaragücü Galatasaray’ın ardından en çok gol atan takım olmuştu. Sonra takıma Cezayirli, Mısırlı ne olduğu belli olmayan birçok futbolcu gelip gitti. Bir takım bu kadar bozulmaz. Ayrıca Hasan Şaş ve Ahmet Yıldırım’ın transferlerinden milyonlarca dolar kazanıldığı halde bu paralar takım için harcanmadı.

Necdet: Sizce bu tribün grupları sorunu nasıl çözülebilir?

Hüsnü: Yönetim o gruba 300 tane, bu gruba 500 tane, öteki gruba 800 tane bileti bedavadan veriyor; onlar da bu biletleri stat dışında karaborsa satıyorlar. Böyle Ankaragüçlülük, böyle takım sevgisi, böyle taraftarlık olmaz. Yönetim istesin, gruplaşmalar anında biter. Gruplara bedava bilet vermeyi kesin, biletler makul fiyatlarla gişede satılsın, kısa sürede grup falan kalmaz.

Ziya: Genel olarak, o yıllarla karşılaştırdığınızda Ankara futbolunu şimdi nasıl görüyorsunuz?

Hüsnü: Bana göre şu anda Ankara’da futbol bitmiş durumda… (Eliyle stadı göstererek) Ankara’ya şu stat yakışıyormu hiç? Ankaragücü bitmiş, Gençlerbirliği bitmiş. Stat yok, takım yok, taraftar yok, yönetim yok, hiçbir şey yok! Her şeyin yeniden yapılanması lazım... Bu gidişle Ankara futbolunun sonu İzmir futbolu gibi olacak.

Necdet: Size göre şu anda Ankaragücü’nün bu yapısıyla yönetime talip olmak isteyen bir babayiğit çıkar mı?

Hüsnü: Kesinlikle çıkmaz. Parası olan ve Ankaragücü’ne hizmet etmek isteyen hiçbir başkan bu kadar taraftar grubuyla uğraşmak ve parasıyla rezil olmak istemez.

Ziya: Biraz da anılardan söz edelim. Sizde acı-tatlı birçok anı vardır.

Ali: Tabii ki birçok acı-tatlı anımız olmuştur. En çok sevindiğim iki maçtan biri 1981 yılında İstanbul’da 2–0 yenildiğimiz Beşiktaş’ı Ankara’da 3–0 yenerek kupadan elediğimiz maç, diğeri ise yine 1981 yılında Bolu’da Boluspor’la 0–0 berabere kalarak Türkiye Kupasını kazandığımız maçtır. Ben özel sektörde çalışmama rağmen, Çarşamba günü oynanan bu maçı izlemek için arkadaşımın idare etmesiyle Bolu’ya gidebilmiştim. Unutamadığım en acı maçlardan biri de benim gibi binlerce taraftarın stada kadar gelip kışın ayazında dışarıda kaldığı Ankaraspor-Ankaragücü maçıdır. Sayın Melih Gökçek ve Sayın Cemal Aydın arasındaki çekişme bilet fiyatlarına yansımış ve Ankara futbol tarihinin en yüksek bilet fiyatı olan 250 TL gibi bir bedel ortaya çıkmıştı. Bu yüzden hiçbirimiz maça girememiştik.

Hüsnü: Bizde anı çok tabii... Birini kısaca anlatayım: Bir gün Kayseri’ye deplasmana gitmiştik. Taraftarlardan birisi sırtında “AMİGO HÜSNÜ” yazan eşofman üstünü giymek istedi. Ben, “Bu eşofmanı giyme. Döverler seni!” diye uyardım. Ama o ısrar etti ve ben de kendisini kıramadım. Eşofmanı üstüne giyerek gitti. Çok geçmeden ağzı burnu dağılmış, üstü başı kan içinde geldi. “Ne oldu oğlum, kamyon mu çarptı?” diye sorunca, “Beni, sen zannedip giriştiler. Senin yüzünden dayak yedim!” diye cevap verdi.

Ziya: (Gülerek) Yeri gelmişken sormak istediğim bir tezahürat var. Ankaragücü taraftarları, rakip takım taraftarlarına neden “HÜSNÜ BABANIZ! HÜSNÜ BABANIZ!” diye tezahürat yaparlardı.

Hüsnü: (Gülerek) Rakip takımların, en çok da İstanbul takımlarının taraftarları statta beni gördükleri zaman bana çok takılırlardı. Bu takılmalar arasında hafiften argo tezahüratlar da olurdu. Tabii bizim arkadaşlar da bu tezahüratları cevapsız bırakmaz ve onları kızdırmak için “HÜSNÜ BABANIZ! HÜSNÜ BABANIZ!” diye tezahürata başlarlardı.

Necdet: Diğer takımların amigolarıyla ilişkileriniz nasıldı?

Hüsnü: İyiydi. Çok sıkıntımız yoktu. Tabii maç sırasında tribünde karşılıklı atışmalar, takılmalar, kızdırmalar olurdu ama ona da alışmıştık.

Necdet: (Gülerek) Hüsnü Abi, geçenlerde birlikte olduğumuz bir yemekte söylediğiniz bir cümleyi anımsadım. “Biz Cebeci’den ‘Sarı’ çektiğimizde, Polatlı’dan ‘Lacivert’ diye bağırırlardı!” demiştiniz. Nasıl oluyordu bu iş?

Hüsnü: (Gülerek) O işin esprisi tabii… Bazen, bağırma konusunda bana takılan arkadaşlara laf yetiştirmek için söylediğim bir sözdür.

Ziya-Necdet: Bu güzel söyleşi için teşekkür ederiz.

Hüsnü-Ali: Biz de teşekkür ederiz.