The Beatles’ın has elemanların ikincisi Paul McCartney, hâlâ sahnelerde...

Amsterdam’dan İstanbul’a,  iki benzemez bir arada!

Biri 1960’ta Liverpool’da kurulmuş bir grup; ortalığa çıktığı andan itibaren tozu dumana katmış, müziğin yönünü değiştirmiş, etkileri hâlâ görülen bir kısım yenilikleri heyecanla sunmuş ve kabul ettirmiş. İkincisi, 1985 tarihli, İstanbullu “genç” bir grup: 12 Eylül sonrasının karanlığını dağıtmış, cesaretle ve direnerek bugüne gelmiş, sadece kendi kuşağını değil, sonrakileri de etkilemiş. İlkinin ömrü sadece on yıl sürmüş ama etkisi on yıllardır hissediliyor.

İkincisi otuz yıldır sahnede ve bir otuz yıl daha kalacak gibi duruyor. Biri, dağılmasaydı bugün 55. yılını kutlayacaktı, diğeri çoktan 30. yıl kutlamalarına başladı. Sözünü ettiğim ilk grup, geçtiğimiz haftalarda memleketteki eğlenceli maceralarını yazdığım The Beatles. İkincisi ise, zaman zaman yazılarıma konu olan Grup Yorum. Soruyu duyar gibiyim: İkisinin aynı yazıda işi ne? Çok basit: İki hafta önce Amsterdam’da Paul McCartney’i izledim, döndüğümde Grup Yorum’un yeni albümünü buldum rafta. Geçen haftam yollarda geçtiği için yazamadım, olay bu haftaya sarktı. Amsterdam’da gördüklerimden söz ederken memlekette olup bitene kulaklarımı tıkamayayım dedim. Elbette paralel ilerlemeyecek yazı: Önce konseri anlatacağım, sonra albümü. Bunu, iki küçük yazı sayın.

“SIR” McCARTNEY
The Beatles’ı anlatmaya gerek yok. 1960’ta kurulan, 1970’te dağılan, 1980’de bel kemiğini kaybeden bir efsane. John Lennon’ın öldürülmesi, grubun bir daha bir araya gelme ihtimalini ortadan kaldırdı belki ama has elemanların ikincisi Paul McCartney, hâlâ sahnelerde. Grubun dağılmasından sonra aktif müzik hayatını sürdüren George Harrison, on dört yıl önce öldü. Ringo Starr ise on sekizinci solo albümünü geçtiğimiz aylarda piyasaya sürdü ama bugün, ona değil, Paul McCartney’e odaklanacağım.

2013 tarihli “New”, McCartney’nin son solo albümü. Albümün piyasaya çıkışını müteakip “Out There!” adlı turneye başlayan “Sir” ünvanlı sanatçıyı Amsterdam’da, turnenin Avrupa ayağının son konserlerinden birinde, tesadüfen yakaladık. Tesadüfen diyorum çünkü Amsterdam konserinin tarihi 7 Haziran olarak açıklanmıştı ve o gün burada seçimler vardı. Kaçırdığımıza üzülürken, biletlerin hızla tükenmesi üzerine yeni tarih açıklandı: 8 Haziran! Bir başka seyahat planım vardı, değiştirerek uçak biletimi Amsterdam’a aldırdım, sahneye yakın blokta kalan son bileti aldım ve seçimden sonraki güzel günün sabahı, erkenden yola çıktım. Yanımda Koray Löker ve Betül Kadıoğlu vardı: Gittik, gördük, izledik, gezdik ve geldik. %13’ün ve 80 milletvekilinin heyecanıyla, bir yandan şölene dönüştürdüğümüz “gezi”nin en heyecanlı yanı, elbette Ziggo Dome’daki konserdi. “Eight Days a Week”le başlattığı konserini “The End”le sonlandırdığında, 25’i The Beatles şarkısı olmak üzere toplam 40 şarkı söylemişti McCartney ve üç buçuk saat süren konserde bir an bile sahneden inmemişti. The Beatles dışındaki kariyerinin köşetaşları da vardı repertuarda ancak eşlik edilen şarkılar (konserin sonuna doğru bir bomba gibi alana düşen Wings şarkısı “Live and Let Die”ı saymazsak) ekseriyetle efsane dörtlünün şarkılarıydı. Nasıl olmasın ki? “Helter Skelter”dan “Back in the U.S.S.R.”a “Let it Be”den “Ob-La-Di, Ob-La-Da”ya, finalde hep bir ağızdan seslendirilen yedi buçuk dakikalık “Hey Jude”dan ikinci bis’te gitarıyla söylediği “Yesterday”e, bir “best of The Beatles” repertuarıydı dinlediğimiz. Heyecanlıydık, haklıydık. Konser sonrası, aynı alanda olduğunu öğrendiğim Selçuk Sami Cingi’yle konuştuğumuzda, halimizi özetleyen şu cümleyi kurdu: “Ben artık aynı kişi değilim o konser nedeniyle…” Buydu. Rüya gibiydi, geçti ama bitmedi. Konserden bir gün sonra, Amsterdam’da Armağan Ekici ile buluştuk, 250 yıllık şahane birahane In De Wildeman’da tap’ten seçtiğimiz trappist biraları yudumlarken, aşağı yukarı aynı hislerdeydik.

RUHİ SU COŞKUSU!
44 yıllık hayatım boyunca çok konser izledim. AC/DC’den Bruce Springsteen’e, Neil Young’dan Ray Charles’a görmek istediğim hemen herkesi sahnede gördüm. Bu cümleyi kurarken, bizimkileri hesaba katmıyorum bile. Ancak şimdiki cümleyi kurmadan önce yaptığım hesaba herkes dâhil… Her yıl heyecanla beklediğim bir konser var: Grup Yorum’un Açıkhava Tiyatrosu konseri! Yıllar önce onları orada izlemiş, sonraki yıllarda mekânın gruba kapatılmasını esefle karşılamış, yeniden o sahneye çıktıkları ilk gün orada heyecanla yerimi almıştım. Açıkhava’daki neredeyse bütün Grup Yorum konserlerinin tanığıyım. Şanslıyım: İlk kadrodan bu yana, Grup Yorum’da enstrümanını kuşanmış herkesi sahnede gördüm. Bütün zamanlarına ve bütün hallerine tanık olduğum tek grup olmalı…

Konserleriyle beni heyecanlandıran Grup Yorum, bir sürpriz yaparak, Ruhi Su bestelerinden oluşan bir ara albüm sürdü piyasaya. Sessiz sedasız. “Dünden Yarına Ustalarımız” serisinin ilk albümü bu. Kitaplı ve kapağında Grup Yorum’un o bilinen silüetinin önünde Ruhi Su’nun saz çalarken fotoğrafı var. 19 şarkıdan oluşan, zaman zaman Ruhi Su’nun sesini de duyduğumuz albümde yer alan şarkıları tek tek saymayayım ama “Zahit”ten “Mahsus Mahal”e şahane bir derleme olduğunu söyleyeyim. Tek itirazım, “Ekin İdim Oldum Harman”ın bu toplamada kendine yer bulamaması. Eksikliği hissedilmiyor, ayrı. Albüm o kadar dolu.

Kitapçıktaki sunuşa göz atalım: “Öğretmenimiz dediğimiz, devrimci müzik geleneğini sürdürdüğümüz, hep saygıyla andığımız Ruhi Su’nun şarkılarını yeniden yorumladık. (…) Ustalarımızdan aldığımız güç; yürüdüğümüz yolda bize eşlik ediyor.” Bir sonraki cümlenin altını çizmek elzem: “Ruhi Su’yu ve ustalarımızı, tarihimizi, geleneklerimizi unutturmaya çalışıyorlar.” Grup Yorum, bunun için çok önemli. Tarihe düştükleri notlar bir yana, bu çalışmaları her dem göz önünde. Bugün Ruhi Su yaşıyorsa, biraz da Grup Yorum sayesinde. Şahane bir vefa bu!

Grup Yorum’un Ruhi Su albümünü alın, arşivinizde ona yer açın. Her şeyden öte, bir “devrimci müzik” kitaplığı oluşturulacaksa, o kitaplığı cilt cilt katkıda bulunacak Grup Yorum ve bu albüm, bunun ilk cildi. Sonrasını heyecanla bekleyeceğimiz muhakkak.