BİRAY ANIL BİRER “Diyorlar ki, erkek yapar, kadın ise olur.Yapmak ve olmak. Yap ve ol.Pekâlâ, ben de yazmanın kendisi olurum, adamım.Ben de anlatmanın kendisi olurum.” – Ursula Le Guin, ‘The Writer On, and At Her Work’ Son dönemde öznenin öldüğü, hiç olmadığı ‘kaybolduğu’ söyleniyor. Bu iddialar karşısında akla gelen ilk soru, muhakkak ‘Hangi özne?’ olacaktır. […]

An’ların  derinliği
BİRAY ANIL BİRER

“Diyorlar ki, erkek yapar, kadın ise olur.
Yapmak ve olmak. Yap ve ol.
Pekâlâ, ben de yazmanın kendisi olurum, adamım.
Ben de anlatmanın kendisi olurum.” –

Ursula Le Guin,
‘The Writer On, and At Her Work’

Son dönemde öznenin öldüğü, hiç olmadığı ‘kaybolduğu’ söyleniyor. Bu iddialar karşısında akla gelen ilk soru, muhakkak ‘Hangi özne?’ olacaktır. Zira bir toplumsal fail olarak kadınlar, 8 Mart’ta meydanlarda slogan atarken, mahkemelerde dava takip ederken, neoliberal politikaların ataerkiyle işbirliklerini teşhir ederken, erkek şiddetine karşı sesini yükseltirken kolektif, politik özne olarak hiç de ölmüş gibi değiller; aksine, giderek güçleniyorlar. Peki, kadınların önünde durulamaz, engellenemez çağlayanlara benzeyen eyleme gücü, edebiyatta nasıl tezahür ediyor?

Elbette bu sorunun tek bir cevabı yok; kimi kadın yazar ağlanacak halleri güldüren bir kıvama getiriyor, kimisi de yaralarının açık açık kanamasına izin veriyor. Her durumda biliyoruz ki kadın anlatıları ne ‘kahramanlık’ gibi büyük iddialar ne de modern zamanların minik oklarıyla yara alan kahramanlıkların ardından yakılan gürültülü ağıtlar içeriyor.

Sofya Kurban’ın Ayizi Yayınları’ndan çıkan öykü kitabı Cebimdeki Taşlar, bize usulca dokunup, gündelik hayatın içindeki anlara, o anlarda saklı yaralara ve sorgulamalara işaret ediyor. Öznelliklerin, eyleme geçme gücünün çoğu zaman saf cesaretten, kahramanca ileri atılmalardan ve mağrurluktan değil de tereddütlerden, kendini didik didik etmelerden, yaralarının izini sürmelerden geçtiğini dürüstçe ve yer yer mizah duygusuyla hatırlatan öyküler bunlar. Çoğu, anlatıcısının, bazen kararlı, bazen hınç dolu, bazen de iç sızılarıyla baş etmeye çalışmaktan yorgun düşmüş iç sesiyle hayat buluyor. Kâh evli sevgilisinden hamile kalmış ve doğurmaya kararlı bir kadının, kâh kendisine çok çektirmiş kocasını öldürmeye karar vermiş bir kadının iç sesi oluyor Sofya Kurban’ın öyküleri.

SAKATLIĞIN BELİRSİZ SINIRLARI

Kitaptaki öyküler, yazarın mesele ettiği kimi konuların, hatta kişilerin etrafında fakat farklı anlatıcıların rehberliğinde ilerliyor. Uzuv kaybı ve ‘sakatlık’ bu konulardan, belki de, en büyüğü. Kitabın ilk öyküsü ‘Kanedyenim’de öykünün anlatıcısı, araba kullanırken denk geldiği bir radyo programı aracılığıyla kanedyen koltuk değneğiyle olan ilişkisini anlatıyor. Bir ‘sakatlık’ sonucu eşyayla kurulan zorunlu ilişki, bir insanın hayatında ne kadar yer kaplayabilir? Kanedyen, anlatıcının koltuğu, silahı, ışıkları açma aleti ve daha nicesi… ‘Sakatlığın’ anlamı, eşyada somutlaşıyor. Sakatlık Varsayımı öyküsünde ise, anlatıcıya ‘topallığı’ hatırlatıldığı her an, daha çocukluğunda göğsüne yerleşmiş kızıl başlı bir yılan uyanıyor; ona ‘farklılığını’ hatırlatıyor. Küçük bir telefon görüşmesi, büyük bir utanç duygusuyla sonuçlanıyor. Önemsiz gibi görünen bir telefon konuşmasının derinliklerinde, uzuv kaybıyla ‘sakatlık’ arasındaki fark yatıyor. Meğer bu fark, dilde de zihinde de biz ne olup bittiğini bile anlamadan yerleşiveriyormuş… “Diyagonal Köşegen”de ise bu sefer anlatıcı, ‘sakat’ kadının yakın arkadaşı. Sofya Kurban bu öyküyle bir anlamda “Sakat olanla olmayan bir olur mu hiç?” diye soruyor. Gündelik hayatta ‘farklı olan’ farklılığına öfkelendiğinde, “bu farklılığı kafanda kurgulayan sensin, bunda büyütecek bir şey yok” mesajlarıyla onları gerçekten anlamakta aslında ne kadar zorlandığımıza işaret ediyor.

UNUTULMAK İSTENENİN SIZISI

Cebimdeki Taşlar’ın onuncu öyküsü ‘Umuda Doğru’, çok tanıdık ama bir o kadar da yakıcı duygularla baş başa bırakıyor sizi; unutmak istediğiniz sızıları, yapamadığınız tercihleri, alamadığınız sorumlulukları hatırlatarak… İki farklı yolculuk var ‘Umuda Doğru’da, aynı olayın etrafında dönüyorlar. Biri, bir an önce işini bitirip evine dönmek isteyen bir memur; diğeri ise engelli olduğunu öğrendikten sonra evlat edinmekten vazgeçtiği çocuğu son kez görmeye gelen bir kadın. Kadın, alamadığı sorumluluğun vicdan azabıyla, belleğinde evlat edinmekten vazgeçtiği Yiğit’in kara gözleri, zihninin sorgu hâkimleriyle cebelleşiyor. Söylenmesi mümkün olmayan, söylenemediği için kalbinde iyice ağırlaşıyor:

“İçine baktı, yüreğini yokladı, dertleşecek, olanları anlatacak birini aradı, yoktu. Uzak yüzler geçip gidiyordu, şöyle candan, bildik biri olsa, önüne alsa, ‘Yiğit, annesi doğumda ölmüş, oksijensiz kalmış kara gözlü iki yaşında bir oğlan’ diye söze başlasa, yarenlik etse. Sırf özürlü diye çocuğu reddedişini dile getirebilse, mümkün olabilse. Omzuna dokunsa biri, bu da geçer dese, olur böyle şeyler dese. Yok, öyle biri yoktu.”

Kitaba adını veren öykü ‘Cebimdeki Taşlar’da ise intihar etmiş küçük bir kız çocuğunun ruhu dolanıyor; ölümden önce dünyaya bıraktığı izleri arıyor. Gazetelerde ölüm haberinin parçalarını yakalıyor. Yaşlı bir nineyi zamana veda ederken görüyor. Nine onun yanağını okşarken “Sen buruşuk bir ele sahip olma şansını yitirdin!” diyor. İntihar ettiği geceyi anımsıyor, cebinde çakıl taşları… Sofya Kurban bizi hüzünlü iç seslerin sahici dilinde gezdiriyor.

İSYANIN NEŞESİ

Kitapta neşeli diliyle okurun yüzüne gülümseme konduran öyküler de var. ‘Eşyanın İsyanı’, bunlardan biri. Hanedan mensubu aileden yadigâr eşyaların tozlanmasına bile tahammülü olmayan, mikroplardan, bu yolda en yakınlarını bile kendinden uzaklaştıracak kadar korkan İlhan Hanım’ın kayıp yere düşmesiyle eşyalar yıllardır durdukları yerden kıpırdamaya başlıyor. Yere dökülen içkilerin etkisiyle sarhoş olan halı Arap çöllerine uçuyor, antika sandık uyanıp homurdandıktan sonra tekrar uykuya dalıyor, sandığın bembeyaz örtüsü boynu bükük ibriği alıp Acem illerine doğru uçuyor… İlhan Hanım’ın tarihinde ilk defa ortaya çıkan bu kaos, eşyaları yüzyıllık uykularından uyandırıyor. Velhasıl, temizlik hastası bir aristokratın nostalji saplantısı muzip bir dille alaya alınıyor.

Sofya Kurban’ın öyküleri, gündelik hayatın tam ortasında beliriveren duyguları, derindekileri uzaklarda aramanın manasızlığını hatırlatırcasına açığa çıkarıyor. Kadın, çoğu zaman, bu öykülerin anlatıcısı olarak “ben varım” demeyi sürdürüyor. Aynı hayattaki gibi…