Ana akım medyadan arta kalan: Bir habercilik simülasyonu

CAN ERTUNA /AKADEMİSYEN-GAZETECİ

Büyük yatırımlarla medyanın geleceği olarak tasarlanan plazalardaki haber merkezleri, geçen yıllar içinde haberciliğin kontrollü kaosunun heyecanlı gürültüsünü yitirip, bir yoğun bakım bekleme salonunun hüzünlü sessizliğine büründüler. Haber üzerine tartışmaların eksilmesi, gerçek manşetlerden sakınılması, kurumlar arası rekabetin sönümlenmesi ile bu mekanlar, gündemin iktidarın izin verdiği alanda tasarlandığı, bülten ve sayfa doldurma fabrikalarına dönüştüler. Böylece toplumun farklı katmanlarından geniş kesimlere hitap etme ve onların gündemini belirleme ayrıcalığını, yani ana akım olma özelliğini, yitirmeye başladılar.

Ana akım, Türkiye’de iktidarlarla hep yakın, karşılıklı çıkarların gözetildiği ilişki mesafesinde oldu. İletişim bilimci ve sosyolog Michael Schudson, egemen medyanın evrensel özelliğinin siyasal seçkinlerin görüşlerini desteklemek olduğunu zaten yıllar önce söylemişti. Ancak habercilik alanı için önemli olan, iktidar bloğundaki çok seslilik, ya da sistemin muhaliflere ne kadar açık olduğuydu. Türkiye’de iktidarın tek bir merkezde toplanmasıyla birlikte, ana akım medya da o odağın yayıncısı haline geldi.

Ana akımda bir haberden, ne kadar önemli olursa olsun vazgeçebilme eşiği, bazılarına göre Gezi sürecinde, bazıları için daha önce, 2011 sonunda Roboski’de aşılmıştı. Oysa medyanın dönüşümü, daha önceden başlamıştı bile. Yeni medya sistemi, iktidarın bazı kuruluşları ele geçirme, kendi medyasını yaratma, kalan büyük grupları havuç (ihale) ve sopayla (vergi cezaları vs.) kontrol altına alma, ve son olarak da kapatma hamleleriyle kuruldu.

Gelinen noktada, artık ana akım, masraflı, dev bir habercilik simülatörü. Gündemde gerçekten haber değeri taşıyan birçok konuya değinilemeyince, haber/ yazı işleri toplantıları, sayfaları, bültenleri doldurmak için muktedirleri ürkütmeyecek konu arayışlarına sahne olan, sıkıcı sohbetlere dönüştü. Toplantılarda neyin haberinin yapılacağı kadar nelerin yapıl(a)mayacağı konuşulur oldu. Halâ mevcut kısıtlamaları içselleştirememiş ya da vicdanıyla, çalışanlarının baskısını üzerinde hisseden ve eski günlerdeki gibi “haber” kovalayan birim şefleri varsa alaycı gülümsemelerle, “bunu yapalım da anında telefonlar çalısın” hatırlatmalarıyla püskürtüldüler. Demeç ve basın toplantısı haberciliğinin yanı sıra, birimler üzerinde sürekli “insan öyküleri” haberleri yapılması baskısı doğdu. Özellikle imkânsızlıklara karşı başarı öyküleri... Böylece topluma umut aşılanmaya devam edilebilirdi. Elbette bir insanın ya da bir grubun öyküsü üzerinden, savaş, yıkım, yokluk, yoksulluk gibi konular hakkında empati yaratabilecek bir haber kurgulamak, habercilikte öykü anlatımının başlıca yöntemlerinden. Ancak sayfaların, bültenlerin doldurulduğu ve sorunların temeline dokunulmayan insan öyküleri, kişisel dramların haberleştirilmesi olarak kaldı. Toplumsal, sınıfsal bağlamından kopuk anlatılar geliştirildi.

Sistemin içinde kalmayı farklı nedenlerle sürdüren çok sayıda deneyimli, birikimli gazeteci işlevsizleştirildi; Whatsapp mesajlarıyla kendilerine servis edilen manşetleri haber gibi sunmak, üçüncü sayfa öykülerini deşmek, gezi yazıları yazmak, ortalama mesajların çıktığı söyleşiler yapmakla görevlendirildiler. Arada yapabildikleri özel haberler ya ilk sayfadan “küçük görüldü”, ya iç sayfaya taşındı ya da TV’lerde bu iş için özel görevlendirilen editörler tarafından ekrana yansıyan haberlerinin altına “zararsız” manşetler atıldı. Deneyimli isimlerin yerine gelenlerin mesleğin inceliklerini öğrenebilecekleri bir “ağabey” ya da “ablaları” kalmamıştı. Yeni gelenlere kendilerine dikte edilen haberlere gitmek görevi düşüyordu, gözlerini ağır bir oto-sansür ortamına açtılar.ana-akim-medyadan-arta-kalan-bir-habercilik-simulasyonu-679082-1.

TV’ler ve gazeteler ele geçen haber fırsatlarında birbirlerini kollamaya başladılar. İktidardan gelecek bir eleştiri durumunda “başkaları yapınca biz de yapmak zorunda kaldık” diyebilmek için... Sayfalar ve bültenler o kadar benzeşti ki logolar çıkartılsa tek bir kanal izliyor ya da gazete okuyor hissine kapılırdı insanlar. Özel haberlerin bekletildiği garip zamanlardı kısacası artık. Bu durumda toplumda artan kutuplaşmayla birlikte izleyici, okuyucular kendi fikrinden televizyon ve gazeteler etrafında toplandı. İdeal tarafsızlık reel dünyada tam anlamıyla mümkün değildi belki ancak, ana akımın iflasıyla birlikte bu kez yaygın medyada partizanlık geçer akçe oldu. Haberin peşinden koşanlar ise bağımsız habercilerin güçlüklere rağmen yeni medya mecralarında yaptıkları yayın, ürettikleri haberleri, milyonluk kuruluşların ürünlerine tercih eder hale geldiler.

Ana akımdan beklenen, belki tamamen nesnel ve tarafsız bir yayın politikası değil ancak adil ve evrensel gazetecilik standartlarına uygun bir habercilik pratiğiydi. Türkiye’de özellikle 1980’lerle birlikte yaşanan dönüşüme paralel olarak dev medya işletmeleri iktidarla holdingin diğer işleri için “pazarlık” aracı olarak görülüyordu sahipleri tarafından. Ancak pazarlık gücünün yitirilmesiyle, bu birimler holdinglerin yükü haline geldi. Bir zamanların gündem yaratan haber kuruluşları ya yeni yükselen sermayenin havuzlarında boğuldular, ya ucuza elden çıkarıldılar ya da yarı bilinçli halde yoğun bakımda yaşamaya mahkum edildiler. Rekabet ortadan kalktığı için, yeni medya teknolojilerinin kullanımı, yeni yayıncılık stratejilerinin izlenmesi gibi konularda uluslararası haberciliğin gerisine düşüldü. Oysa doğasında olan çarpıklıklara ve Türkiye’de geçmişteki sabıkalarına rağmen geniş bir kesime seslenebilme çabası, ana akım haberciliğini belirli bir çıta üzerinde tutup özellikle iktidar çekişmesi dönemlerinde habercilik için verimli alanlar yaratmıştı. Rekabet ve ayrılan kaynaklar, dünyanın dört bir yanında farklı haberlerde deneyimler kazanan başarılı habercileri ortaya çıkarmıştı. Etkili bir ana akımın yokluğu, o sistemi yıkanlara da istedikleri kamuoyu desteğini bir türlü sağlayamadı. Habercilik ise solunum güçlüğü çekse de yaşam alanını yeni medya çağında Türkiye’deki alternatif mecralarda buldu.