Geçmişin ana akımı hep yalan söyledi; Hrant Dink’in bir cümlesini tersine çevirirken de, Ahmet Kaya’yı magazinciler gecesinde linç ederken de. Gezi’ye kulaklarını tıkayan, gözlerini kapatan, hükümet kurup hükümet devirmeye yeltenen; olup biteni aktarmak yerine siyasetin bir kanadını öteki kanadına karşı kışkırtan da onlardı.

Ana akıma ne oldu?

Gerçekten, nereye gitti ana akım? Bir yerde devlet varsa ana akım da vardır. Noam Chomsky de benzer bir tanım yapar: “Ana akım medya, devletin ya da büyük sermaye sahiplerinin büyük miktarda çeşitli kitle iletişim araçları ile büyük miktarda insanı yönlendirmesiyle şekillenen yaygın ve hâkim olan düşünce akımıdır.” (“What makes mainstream media mainstream”, Z Magazine, Ekim 1997. Aktaran Sarphan Uzunoğlu. P24. 25 Kasım 2018)
Devlet dünyanın hiç bir coğrafyasında bir yere gitmediğine göre ana akım da bir yere gitmemiş demek ki. Çok kestirme bir yanıt oldu bu. Ne yani, biz bir yalan dünyasında mı yaşadık? Tiraj kavgaları, reklam kapışmaları, promosyon yarışları... O kadar değil; devlet büyük, geniş bir kavramdır. Çok farklı çıkarlara göre (ille de maddi çıkar anlaşılmasın, kariyer, güç ilişkileri vs.) irili ufaklı çatışmaların yaşandığı bürokrasi, sonra sık sık değişen -şimdiki epeyce uzun sürdü- kendi politikaları ile var olan hükümetler ve kuşkusuz ana akım medya.

Öyleyse “ana akım bir yere gitmedi” saptamamız doğrudur; zamana, zemine uymuştur, rengini ayarlamıştır, ağacın yeşil dalları arasında görünmez bukalemun oluvermiştir. Ana akımın tarihçesini bilenler için konuyu fazla uzatmaya gerek yok; bu konuda yetkin bir kaynağı anımsatıp devam edelim; Ümit Alan dostumuzun “Saray’dan Saray’a Türkiye’de Gazetecilik Masalı” adlı kapsamlı çalışması (Can Yayınları; Mayıs 2015) bu sürekliliği anlamak için iyi bir kaynaktır.

Ana akım gazetecisi

Ana akım bir yere gitmediyse, ortamın yeşiline uyup yeşillendiyse, karakterinde bir değişiklik olduğu söylenebilir mi? Hayır. Orada en küçük bir değişiklik yoktur. Kendisini o alanın gazetecisi olarak tanıtmak istese, ana akım medyayı “teorik olarak” tartışmaya açtığını söylese de, o kapsama girmediğini düşündüğüm Kadri Gürsel arkadaşımızın biraz can sıkan tanımından yola çıkalım. Şöyle diyordu: “Normal bir ülkede ustaların olduğu yer ana akımdır. Bu insanlar genellikle orta yaşlı veya yaşı daha ilerlemiş insanlardır. Aile kurmuşlardır, orta sınıf standartlarında bir yaşam talep ederler. Kaliteli gazetecilik yapılabilmesi için rekabetçi bir düzen olmalı. Rekabetçi düzende de ödül vardır. Ödüllendirilmek için de pozisyon ve para gerekli. Bu da ancak ana akımda olan bir şeydir.” (Söyleşi, Tunca Öğreten, Diken 16 Kasım 2018)

Gürsel’in hayal dünyasını yaşatabilecek gazete kalmadı ne yazık ki. Çünkü rejimin medya politikası medyaya hâkim olmanın yanı sıra onu ortadan kaldırmaya, olmadı azaltmaya endeksliydi. Sonuçta bunca yıl “özveriyle” hizmet etmiş olan medya saldırı karşısında neye uğradığını şaşırdı; patronlar arasında “yandım Allah!” diyerek meydanı terk edenler oldu, ellerinde ne varsa satıp savdılar, yeni patronlar da devlet bankası kredisiyle ya da zorunlu “havuz yöntemleri”yle “sahip oldukları” gazeteleri bir bir kapatmaya başladılar. Ana akım medyada çalışan Kadri Gürsel gibi gerçek gazeteciler de işsiz kaldılar. İşini kaybetme tehlikesi altındayken durumu net bir şekilde anlatan Ruşen Çakır “Yalnızca işimizi değil, mesleğimizi kaybetme tehlikesi” var demişti. Ama inatçı gazeteciler mesleklerini kaybetmemek, düzgün gazetecilik yapabilmek için yeni yollar, yöntemler aradılar, denemeyi de kararlılıkla sürdürüyorlar.

EntertaInment gazeteciliği

Şimdi acaba hem muhalif olmak ya da görünmek hem de her şeyi gırgıra almak mümkün olabilir mi diye kafa yoran, ilginç denemeler yapanlar da var. Burada değerli dostum Tayfun Atay’ın tanıklığına başvurmak istiyorum. “Bu seyirlik eğlence diyor Atay, giderek, kültürel (ve ideolojik) bir mahiyet kazanıyor. Yani artık her türlü kamusal söylem eğlence biçimine bürünerek karşımıza çıkmakta. Özellikle televizyon tüm diğer işlevlerini terk etmiş (...) artık sunduğu her şeyi eğlenceli kılmaya zorlanıyor. Etki öylesine güçlü ki, televizyonlarda izlediğimiz haberler dahi “magazin” hale gelmiş ve “şov”un parçası olmuş durumda.” (Görünüyorum O Halde Varım; Can Yayınları, sf.66)

Daha önce bir sendika yöneticisinin sunuculuğunu yaptığı tuhaf bir programı örnek göstermiştim. Programın bir ikincisini izlemekten kendimi alamadım; bu kez de sevgili kardeşim, cesur gazeteci İsmail Saymaz konuktu. Bu kakara kikiri programı hazırlayanların niyetlerini bilmem, ama Türkiye’nin gerçekleriyle ilgisiz bir programdır. İsmail umarım bu değerlendirmeyi iyi niyetli bir eleştiri olarak okur; onun bu türden bir programın aracılığına gereksinimi yoktur, araştırmacılığına, cesaretine, dayalı bir popülaritesi var zaten.

Amaç değişmediyse yol tükenmez

Belki de fazla üzerinde durdum; aslında her bakımdan zor durumdaki medyanın hallerine, “zamanın ruhuna uy” dayatmasına itiraz etmeyi deneyen örnekler, başka çıkış yolları yöntemleri üzerinde kafa yoran arkadaşlar var neyse ki. Basılı medyanın, gazetenin geleceği belirsizdir; yaşayabilse de artık eski tür gazetelerden farklı, internet medyası ile iç içe geçmiş bir yeni düzen oluşacak herhalde. Görünür rota bu yönedir. Ruşen Çakır, ironiyi haberde ustaca kullanan ama kakara kikiriye pirim vermeyen Ünsal Ünlü, Kemal Göktaş arkadaşımızın, “Podcast” (bir Türkçesi yok mudur?) denemesi, Murat Yetkin’in, Yavuz Oğhan’ın çabaları ve işlerini ciddiye alan diğerleri yolu açma savaşı veriyorlar. Zorluk bu alanın finansmanında, haber ağı oluşturmada güçlüklerin yenilebilmesindedir. Ümit Alan’ın medyanın finansmanı için önerdiği, ciddiye alınması gereken “Hakikatin bir bedeli vardır ve bedeli okur girişimleriyle ödenebilir, medya böylelikle ayağa kalkabilir” diye özetlenebilecek önerisi de, okur kitlesinin kendi içinde parçalı olduğu dikkate alınmak koşuluyla geliştirilebilecek bir öneridir. (TED-x Bodrum’da konferans, YouTube)

Ama asıl mesele gazeteciliği kalıplardan kurtarmaktır. Kadri Gürsel’in pek tartışılmayan “Profesyonel gazeteci barış için, hak mücadelesi için gazetecilik yapmaz. Bir dava insanı değildir. Gazeteciliği bir şeyin aracı haline getirmek, gazeteciliğe yapılan kötülüktür. Gazeteciliği suiistimal etmektir. Amacınız ne kadar ulvi olursa olsun, gazeteciliği düzgün yapmak bir demokrasi savunuculuğudur zaten. Demokrasinin bekçiliğini yapmak böyle bir şey” (Diken; 16 Kasım 2018) formülü yanıltıcıdır. Halkın haber alma hakkının soyut, içi boşaltılmış bir gazeteciliğe denk düşmediği unutulmasa iyi olacaktır. Bir de ana akım dışındaki medyayı dürüstçe tanımakta, tanıtmakta yarar vardır. Evrensel Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Fatih Polat’ın değerlendirmesini aktaralım: “Bir gazeteci olarak kişi, kendi durduğu yer neresi olursa olsun, doğru bilgiyi paylaşıyor mu? Bir haberi kurarken ideolojik olarak durduğu yere göre, doğruyu eğip büküyor mu, yoksa mesleki gereklere bağlı olarak haberin unsurlarına sadık mı kalıyor?” (Evrensel, 14 Kasım 2018) Mesele budur.
Gazeteci barışı, hak mücadelesini, ırkçılık karşıtlığını, nefret söylemine karşı çıkmayı genel gazetecilik ilkeleri kapsamında, nesnel olmayı hiç unutmadan haberleştiren, haberine sahip çıkan kişidir. Demokrasi bekçiliği de başka türlü yapılamıyor zaten. Geleceğin ana akımı budur.

Geçmişin ana akımı hep yalan söyledi; Hrant Dink’in bir cümlesini tersine çevirirken de, Ahmet Kaya’yı Magazinciler gecesinde linç ederken de hep yalan söylediler. Gezi’ye kulaklarını tıkayan, gözlerini kapatan, hükümet kurup hükümet devirmeye yeltenen; olup biteni aktarmak yerine siyasetin bir kanadını öteki kanadına karşı kışkırtan da onlardı. Onların demokrasi bekçiliği yaptığını, o mecrada çalışan gerçek gazetecilerin çabaları bir yana, bu güne kadar hiç ama hiç görmedik.

Yapsalardı görürdük, kör değiliz ya...

cukurda-defineci-avi-540867-1.