Ankara Katliamı sonrası ilk günlerde sıcağı sıcağına yazılan köşe yazıları beni çok rahatsız ettiği için korkuya kapıldım ve kendi köşemi o hafta boş bıraktım.

Acı, öfke, üzüntü. Sonra yeniden acı, öfke, üzüntü. Önüne düşen her fotoğrafla, gelen her bilgiyle, detayla tekrarlanan tarumar edici, karmaşık, kalıcı etkiler bırakan, yoğun duyguların tekrarı. Köşe yazılarının beni rahatsız etmesi o yazıların değil, sanıyorum benim problemim.

Açıkçası insanın bu hallerde “Ortadoğu’da kartlar yeniden karılıyor” analizi yazabilecek kadar çelik disipline sahip olması belki de takdir edilesidir. Ya da “Burası bizim değil, bizi öldürmek isteyenlerin ülkesi” diyebilecek profesyonel duygusallık motivasyonunu bulabilmesi. Ben bunları okurken dahi utanır gibi oluyorum. Dediğim gibi. Benim problemim. Madem okuyamıyorum, yazmaya hiç kalkmayayımdı ve kalkmadım.

Fakat zamanın incecik bir etkisi vardır; duyguları keskinleştirir. Acı keskinleşir ve en net haline büründüğü an insanın karakterinde kalıcı bir yer alır. Daha da önemlisi; öfke de öyledir. ‘102 can yaşıyor’ diyorsak, onların yaşayabileceği tek yerdir belki de orası. Kalanların acısında, öfkesinde bir yer. ‘Yaşatacağız’ sloganının başka bir anlamı var mıdır?
Yani demem şu ki; bir yere kadar yazmak ayıpmış gibi geliyor, bir yerden sonra ise yazmamak. Bu esas derdi anlatabildiysem geçiyorum.

anadolu-nun-bagrinda-yetisen-canli-bombalar-82127-1.

Pakistan olamıyorsak daha beteri olalım
Canlı bombaların, malumunuz, aldıkları nefes dahi devletin kontrolünde imiş. Yemiş, içmiş, gezmiş, örgüt işlerini halletmişler. Üç kişilik basın açıklamasına 700 polis getirip TOMA kullandıklarına dahi şahit olduklarımız da izlemiş. Telefonlarından ne konuştuklarını merak etmiş ve dinlemişler ama belli ki ‘kafirleri halledeceğiz’ sözlerini duyunca derin bir nefes alıp müdahale ihtiyacı hissetmemişler. İhmal dediğiniz şeylerin birikip birikip kabına sığmadığı bir nokta vardır, taştıktan sonra artık ihmal değil ortaklık olur. Bu yönüyle de Ankara Katliamı, Hrant Dink’in katline çokça benziyor. ‘Yol ver geçsinler, yerimize temizlesinler.’
Hepsi çokça yazıldı. İhmallere dair haberler döküldü, açıklamalar eleştirildi, devletin tavrı yerildi, yayın yasakları konuşulup aşıldı...
Hepsinden çok takıldığım noktayı belirteyim.

Katliam sonrası hükümetin ilk refleksi (ilk iki gün) ‘bu tarz katliamlar Batıda da oluyor, dünyanın her yerinde oluyor, hemen Pakistan mı oluyoruz tartışmaları yapmak yersiz’di. Davutoğlu ve Ömer Çelik bu kampanyanın sözcüleri oldu.
Katledilenlere saygısızlık boyutunu geçtim, nasıl olur da Ankara Katliamı’nı İspanya, Fransa ya da İngiltere’deki saldırılarla kıyaslayabilirsiniz.

En temel farkı, acı olanı, görmekten kaçtığımızı işaret edelim: Senin bu canlı bombaların binlerce kilometre öteden eylem yapmaya gelmiyor. Anadolu’nun bağrında yetişiyor. Yalnızca Adıyaman’ın bir köşesinde, kıytırık bir çay ocağında yetişenleri 150’ye yakın insanı katletti. Ve bu canlı bombalar Adıyaman’da herkesin gözleri önünde yetişirken senin Batılı standartlara uygun görmemizi istediğin kentten herhangi bir halk tepkisi gelmedi. IŞİD’e oluk oluk eleman akıtan hiçbir mahallende de ciddi bir tepki görünmüyor. Hatta senin her şeyi gören ve bilen polisin de en ama en iyimser yaklaşımla ‘solcu değiller, bir şey olmaz’ diyor.
Kaç kentinde böyle kaç çay ocağı var? Ankara Hacıbayram’da, Sincan’da, İstanbul varoşlarında, İç Anadolu’nun kör noktalarında, Karadeniz’in mafyöz lümpen mekânlarında kaç kişi cihat için işaret bekliyor? Kaç emniyet müdürün, polisin canlı bombalara ‘Allah yolunda’ gözlerini kapamaya hazır?

İstediğin kadar İspanya’ya, İngiltere’ye benzediğini iddia et; 13 yıldır yönettiğin ülke eğitim sistemiyle, bürokratik yapısıyla, iç güvenlik konseptiyle, sosyal dokusuyla Pakistan olmaya bir kıvılcımlık mesafede duruyor.
Sayenizde.