Batı felsefesi metafiziksel mevcudiyet fikrini gösteren-gösterilen, dil-söylem, söz-yazı gibi ikilikler üzerinden kurar. Batı epistemesi bu ikili karşıtlıkların ilk unsurunu merkez olarak konumlandırırken ikinci unsurları ise bu merkezin eklentisi haline getirir.

Anamorfoz: Yapısalcılığı yapıbozuma uğratmak

MERT TUTUCU

1966 yılında John Hopkins Üniversitesi tarafından düzenlenen ‘The Language of Criticism and the Science of Man’ başlıklı kolokyum Jacques Derrida, Roland Barthes, Jacques Lacan gibi önemli Fransız düşünürlerin konuşmalarına sahne olur. Söz konusu isimler bu kolokyumda yapısalcılığa karşı itirazlarını daha yüksek sesle dile getirerek, yapısalcılığın temel aldığı görüşleri tersine çeviren, yapının kendisini eleştirel okumaya tâbi tutan ve tüm inşa edilen kurumlara güvensizlikle yaklaşan bir yapısalcılık sonrası ekolün gelmekte olduğunu haber verirler. Kolokyumun Jacques Derrida tarafından yürütülen ‘Beşerî Bilimlerin Söyleminde Yapı, Gösterge ve Oyun’ dersi post-yapısalcı teorinin en erken örneklerinden biri sayılır. Derrida konuşmasında yapının icat edilişine, klasik göstergebilimin iç çelişkilerine odaklanırken aynı zamanda yapının yapısallığındaki merkezi yerinden eden ve göstergebilimin dayattığı ikili karşıtlıkların sınırını aşan bir kavram olarak oyundan bahseder.


Derrida yapı kavramının Batı epistemesinin temeli olan ikili karşıtlıklar üzerinden inşa edildiğini söyler. Batı felsefesi metafiziksel mevcudiyet fikrini gösteren-gösterilen, dil-söylem, söz-yazı gibi ikilikler üzerinden kurar. Batı epistemesi bu ikili karşıtlıkların ilk unsurunu merkez olarak konumlandırırken ikinci unsurları ise bu merkezin eklentisi haline getirir. Yapının yapısallığının merkezde konumlandırılmasının temel sebebi Platon’dan beri Batı felsefesi geleneğine egemen olan metafiziksel mevcudiyet anlayışıdır. Bu görüş tarihsel süreç içinde seçtiği herhangi bir kavrama kökensel bir mevcudiyet bahşeder. Bu yüzden metafiziksel görüşte merkezden yoksun bir yapı düşünülemez olanın kendisini temsil eder.

Derrida Batı felsefesine egemen olan metafiziksel mevcudiyet fikrinden türeyen yapının merkezsizleştirilmesi fikrinin nasıl ortaya çıktığını açımlar. Derrida’ya göre yapının yapısallığı hakkında düşünülmeye başlandıktan sonra merkezî mevcudiyetin asla kendisi olamadığı, bu yüzden merkezin bir mevcut olan olarak düşünülemeyeceği açığa çıkar. Burada ‘yapının yapısallığı hakkında düşünmek’ tarifi önemlidir çünkü klasik yapısalcılığın sadece yapı ile meşgul olduğunu, oysa yapının da bir yapısallığı bulunduğunu, bu yüzden kesin bir bütünlük içinde olmadığını ve her an çözülme tehdidini içinde barındırdığını ima etmektedir.

Eğer merkez bir mevcut olan değilse sabit bir yeri yoktur. Merkez sadece bir işlev, göstergelerin birbirlerinin yerini almasını sağlayan bir nevi yersizliktir.
Derrida’ya göre farklar sistemi dışında mevcut olmayan bir sistemden bahsettiğimize göre, aşkın bir gösterilenin olmaması durumunda anlamlanma alanı ve oyunu sonsuza kadar genişler. Bu sonsuzluk içinde göstergeler oyununa dönüşen anlam saçılır. Sürekli olarak farklı ilişkilerle yeniden kurulur.

John Hopkins Üniversitesi’nde düzenlenen kolokyumdan bir sene sonra, 1967 yılında, Jacques Derrida’nın ilk eseri ‘De La Grammatologie’ (Gramatoloji) yayımlanır. Bu eserde Derrida kolokyum dersinde metafizik düşünce geleneğine ve yapısalcılığın varsayımlarına karşı yönelttiği itirazları genişletir. Böylece ortaya klasik göstergebilimin sınırlarını geçersiz, metafiziksel düşüncenin çelişkilerini görünür kılan bir okuma stratejisi çıkar. Bu yeni stratejinin dayandığı kavramlar da yeni olacaktır: Söz-merkezcilik, ses-merkezcilik, différance, arkhe yazı, yapıbozum, iz vb.

Derrida, ‘Gramatoloji’nin ‘Dışı ve içi’ başlıklı bölümünde Eski Yunan’dan beri var olan ve Saussure öncülüğünde yapısalcı düşüncede de devam eden söz-yazı karşıtlığına odaklanarak sözün iç, yazının ise dış olarak nasıl kurulduğunu göstermeye çalışır. Derrida metafiziksel görüşün yazıya yönelik bu öfkeli tutumunun temelinde ne olduğunu sorgulayarak söz-merkezi düşünceyi yapıbozuma uğratmaya çalışır. Derrida’ya göre yazıya yönelik öfkenin temelinde sözün diğer bir ifadeyle logosun kendine mevcut bir yapı olarak düşünülmesi yatmaktadır. Metafiziksel görüşe göre logos bir ilk sebebe bağlı olmadan kendi kendisini üretir. Kendi kendisinin babasıdır. Sürekli bir babaya ihtiyaç duyduğu halde bunu göz ardı ederek kendinden mevcudiyet fikrinin illüzyonuna kendisini kaptırır ve bu illüzyonu bozacak yazı gibi ötekileri dışa iter. Bu anlamda logos zorbadır.

‘Gramatoloji’nin ‘Dış, iç(tir)’ bölümünde Derrida, Saussure tarafından ortaya konulan imin keyfiliği düşüncesini ters-yüz eder. Eğer imleyenler arasında Saussure’nin iddia ettiği gibi doğal bir ilişki yoksa, söz konusu ilişki keyfiyse yani kurulmuş bir yapıysa o halde bütün doğal hiyerarşilerin -söz ve yazı arasındaki hiyerarşi dâhil- dışlanması gerekir. Saussure’nin yeniden ürettiği karşıtlıkları yapıbozuma uğratan Derrida yazılı gösterge için ‘kurulmuş iz’ kavramının kullanılmasını önerir. İz kavramının imlenenle hiçbir doğal bağı yoktur. Bu yüzden iz kavramı çerçevesinde aşkınsal bir imlenenden -Töz, ide, Tanrı, logos gibi- bahsedilemez. İz, bütün göstergelerin aralarında kuracakları çeşitli ilişkilere imkân veren bir kavramdır. İz bir göstergenin sürekli olarak başka göstergelere göndermede bulunduğu bir ağın ismidir. Bu iz kendisini hiçbir zaman bir varlık olarak ortaya koyamaz. Hiçbir zaman mevcut olamaz çünkü sonsuz sayıda değişen ilişkiye sahiptir. Onun bu yokluğu, ki buna ‘yok-varlık’ da diyebiliriz, metafiziğin sorgulanmasını sağlar.

İz aynı zamanda öteki olanla kurulan ilişkidir. Metafiziksel mevcudiyet anlayışı çerçevesinde geliştirilen tüm yapıların içinde dışlanan ötekinin izi vardır. Hiçbir varlık ötekinin izi olmadan var olamaz ve eğer bir varlık ötekinin izine sahipse kendisini hiçbir zaman bir varlık olarak sunamaz çünkü sürekli olarak ötekine muhtaç olan bir eksikliğe sahiptir. Bu yüzden Derrida, izi varlıktan önce düşünmemiz gerektiğini söyler. İz, söz ile yazı karşıtlığını bozup sınırı şeffaflaştırarak, bunları birbiriyle ilişkiye sokar. İz ne doğal ne kültürel ne fiziksel ne ruhsal ne biyolojik ne de tinseldir. Kısacası iz ne o ne o olmayan ama aynı zamanda hem o hem de o olan şeydir.

Derrida ayrıca öteleme olarak iz konusuna da değinir. Ötekini öteki olarak aynının içinde tutan iz olmadan anlam ortaya çıkamaz. Eğer ötekilik olmasaydı ayrım olmazdı ve ayrım olmadığı için hiçbir anlam da ortaya çıkamazdı. Demek ki iz ayrımdan ve anlamdan da önce gelen bir şeydir. Bu yüzden Derrida iz ve anlam arasındaki ilişkiyi şöyle tarif eder: “Gerçekten de iz, genel olarak anlamın mutlak kökenidir. Bu şu demektir ki, bir kez daha, genel olarak anlamın mutlak kökeni yoktur. İz, gözükmeyi ve imlemeyi açan öteleme (différance)’dir.”

Derrida hakkındaki bir metni ‘sonuç olarak’ ifadesiyle bitirmek yapılabilecek en büyük hatadır belki de. O halde sonuç kelimesinin bir différance olarak bölünmesini sağlayabiliriz: son-uç. Derrida hakkındaki yazılar bir sınırın en son ucunda bitmelidir çünkü Derrida ve yazıları anlamın sınırında bir uç beyidir. Son-uç ayramında (différance) Derrida’nın iz (trace) kavramın anlamlarından birisinin de ‘uç’ olduğunu ve bu ‘uç’un bizi hem bir sınırın en son noktasına, ucuna, hem de yazının bir taşa, kâğıda, yüzeye ‘kazınma’sında kullanılan nesnenin o sivri ucuna götürebileceğini aklımızda tutarak bitirebiliriz. Bir Derrida yazısı için en uygun kapanışı da Ece Ayhan yapmıştır hiç farkında olmadan: ‘Silgiler, silerken, silinirler de.’