Muhalefet cephesinin şu anki önceliği halka ulaşması kolay olmayan bir Anayasa değişikliği önerisinin teknik ayrıntılarıyla uğraşmak mıdır diye düşünebilirsiniz ki esasında ben de öyle düşünüyorum.

Anayasa değişikliği ne yönde?
Altılı Masa’nın son buluşmasından Anayasa değişikliği önerisi çıktı. (Fotoğraf: DepoPhotos)

OĞUZ OYAN

“Altılı Masa”nın “Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem Mutabakat Metni” (MM) 28 Şubat 2022’de bununla ilgili komisyonda yer alan başkan yardımcılarının metnin belirli bölümlerini okumalarıyla Bilkent Otel’de sunulmuştu. Biçimsel ve mekânsal koşullar aynı kalmak üzere bu defa Anayasa'nın 84 madde ve 9 başlığında değişiklik yapan “Güçlendirilmiş Parlamenter Sistem Anayasa Değişikliği Önerisi” (ADÖ) 28 Kasım’da kamuoyuyla paylaşıldı.


Muhalefet cephesinin şu anki önceliği halka ulaşması kolay olmayan bir anayasa değişikliği önerisinin teknik ayrıntılarıyla uğraşmak mıdır diye düşünebilirsiniz ki esasında ben de öyle düşünüyorum. Çünkü 28 Şubat metni, zaten yeni bir anayasal düzende nelerin yapılmasının öngörüldüğünü ana başlıklarıyla vermekteydi. Bunların dahi halka anlatılması girişimlerinde bulunulmazken (ki daha az ayrıntılı haliyle o bile zordu) şimdi bunu anayasa maddeleri temelinde ayrıntılandırmak anlık bir siyasi gösterinin ötesinde ne anlam taşıyacaktı?

Belki daha esnek olunabilir: Diğer alanlarda fazla mutabakat sağlanamıyor veya kamuoyuyla paylaşılacak kıvama getirilmesinde güçlükler yaşanıyorsa, hiç olmazsa uzlaşılan metinler üzerinden bir siyasi hamle daha yapılması, âtıl duran bir muhalefet mutabakatının bir Anayasa değişikliği önerisiyle canlandırılması, tamamen işlevsiz olmayabilir. Üstelik “başkancı rejimi” sorunların(ın) kaynağı olarak görmeye başlamış olan azımsanmayacak bir toplum kesimi, ayrıntılarla ilgilenmeden bu hamlenin kısmen alıcısı olabilecektir.

28 Şubat metnini 6 Mart 2022 tarihli Birgün Pazar’da değerlendirmiştim. 28 Kasım önerileri 28 Şubat MM’ye sürekli göndermede bulunduğu için bu iki metnin birlikte okunması gerekir. MM’yi değerlendirirken, altı farklı partinin (esasında üç farklı eğilimin) bir metin üzerinde ortaklaşabilmesini; otokratik rejimden demokratik bir çıkışın siyasi yol haritasının çizilebilmesini; güçler ayrılığına ve özellikle yasamanın ve yargının güçlenmesine, bakanlar kurulunun yeniden oluşturulmasına önem verilmesini; CB yetkilerinin sınırlandırılmasını; TBMM’nin bütçe hakkının geri alınması ve güçlendirilmesini; daha demokratik bir Meclis iç tüzüğüne kavuşturulmasını ve yürütmenin denetiminin etkinleştirilmesini; yolsuzlukları önlemeye yönelik adımların öngörülmesini; liyakatın öne çıkarılmasını; ifade ve basın özgürlüğünün, toplantı, gösteri, insan ve çevre haklarının daha fazla hukuksal güvenceye alınmak istenmesini; yerel yönetimler üzerindeki idari ve mali vesayetin, kayyum baskısının son bulacağına dair ortak irade beyanını ve benzerlerini, eğer bunlar sözde kalmayacaksa önemli bulduğumu belirtmiştim. Bu adımların, çok sınırlı da olsa, AKP öncesine dönüşten biraz daha fazlasını temsil ettiğini de belirtmiştim. Kuşkusuz sermaye düzeninin sınırları dışına taşılmadan.

28 Şubat ile 28 Kasım metinleri bir bütün

Şimdiki ADÖ için de benzer bir olumlama yapılabilir. AKP’nin Anayasa'da, yasama ve yargıda, tüm kurumlarda ve kamu hizmetlerinde yol açtığı tahribatı gidermek kuşkusuz bir yeniden demokratikleşme hamlesinin öncelikli konusudur. Toplumun içine sıkıştırıldığı otokrasi cenderesinin gevşetilmesi de toplumsal/siyasal faaliyetlerin önünün açılması bakımından çok önemlidir.

Ama dinci iktidarın Cumhuriyet'in aydınlanmacı özünün yok edilmesi, laikliğin iğdiş edilmesi, eğitimin ve yargının dincileştirilmesi yönündeki tahribatı önceki paragrafta sayılanlardan daha önemlidir ve ne yazık ki bu bakımlardan ne MM ne de ADÖ bize bir “iyileştirme” sözü dahi verememektedir. MM’de yer alan geri laiklik tanımı ADÖ metnine de siniyor, öyle ki laiklikle ilgili maddelere dokunulmayarak durumun idare edilmesine yönelinmiş gözüküyor.

6 Mart tarihli yazımızda: “AKP döneminde en çok örselenen haklardan olan emeğin haklarının özel olarak vurgulanmaması bu metnin üçüncü en büyük ‘eksikliğidir’. Metinde ‘Sosyal Haklar’ başlığı altındaki son düzenleme, sosyal hakları devlet yardımlarına indirgemektedir” eleştirisini getirmiştik. Aynı saptama ADÖ metni için de geçerlidir. Tamam, sermaye düzenini tartışmayan, tam tersine bu düzenin daha sorunsuz işleyebilmesi için anayasal ve siyasal “düzeltmeler” yapmaya girişen bir ittifaktan emek yönlü bir anayasa değişikliği beklenemez. Burada asıl muhatabımız CHP olmalıdır; CHP’nin “zevahiri kurtarmak” adına bir-iki hüküm serpiştirilmesine dahi girişmemesi, sağa kayışının tekrar tescilinden başka bir anlam taşımaz.

28 Şubat MM’nin anayasacılık tarihimiz açısından en önemli iki arızası, aslında bu mutabakatın en sorunlu bölümünü de oluşturmaktaydı: Anayasacılık tarihimizin zirvesini oluşturan 1961 Anayasası'nı “dar kalıplı bir darbe anayasası” olarak tarif edip, Cumhuriyet öncesinin geçici ve 1876 Anayasası ile melezlenmiş dar 1921 Anayasas'ını “nispeten kapsayıcı” kabul etmek, gerçeklerin büyük bir çarpıtılması olmanın yanında Cumhuriyet karşıtı bir çizgiye savrulma anlamındaydı. Bu karşı devrimci alanı 1961 Anayasası düşmanlığı ve 1921 Anayasası savunuculuğuyla AKP zaten doldurmaktadır. AKP 1921 Anayasası övücülüğünde Kürt hareketiyle de buluşmaktadır. Peki o sahada “Altılı Masa”nın işi nedir?

Üstelik güçler ayrılığına geçişi temsil eden 1961 Anayasası'nı karalayarak bir yere varılamaz. Güçlü parlamenter sistemlerin en önemli örnekleri çift meclisli parlamentolardır ve bunu da Türkiye’ye 1961 Anayasası getirmiştir. Çift meclisli bir yapı bugünkü Türkiye koşullarında mutlaka gereklidir denilemez belki ama o zaman “güçlendirilmiş” sıfatını kullanmayacaksınız. Ayrıca önerilen anayasa modeli, ima edildiği gibi, ’eşsiz bir anayasa’ yapmaya yetmez.

Anayasa değişikliği önerisi sorunsuz mu?

Burada madde bazında ayrıntıya giremeyiz. Buna gerek de yok; çünkü madde değişikliklerinin büyük bölümü 2017 öncesine dönüşü temsil ediyor ve bunlar önemsiz sayılamasa da herhangi bir yenilik içermiyor.

Yeni ama sorunlu düzenlemelerden biri, siyasi parti kapatma davasının TBMM’nin ön onayına tâbi kılınmasıdır (ADÖ, m.69). Anayasa Mahkemesi eski raportörü Ali Rıza Aydın dostumuz bunun iki sakıncasına işaret etti (29 Kasım soL Haber ile 2 Aralık Cumhuriyet): “Kuvvetler ayrılığını savunup yargı ayağına (yasama üzerinden) ön müdahalede bulunmak” ile “Meclis’e giren partilerin diğer partileri denetlemesine olanak sağlamak”! Yani, iyi düşünülmemiş bir düzenlemedir. Bu arada siyasi partiler için seçim barajının yüzde 3’e indirilmesinin öngörülmesi de, 6’lı Masa'nın dört partisini baraj altında bırakacak göründüğü için miyop bir bakışın ürünüdür.

Cumhurbaşkanının doğrudan halk tarafından seçilmesi önerisi ise (m.101-102), bu yöndeki 2007 Anayasa değişikliğinin yol açtığı tahribatın doğru değerlendirilemediğini ve iktidarın bu konuyu istismarının göze alınamadığını gösterir. Yetkileri kısıtlansa bile ‘doğrudan seçimle gelmek’ CB’ye ilave güç verecek ve yönetimin rayından çıkması olasılığını içinde barındıracaktır. Türkiye, Avusturya değildir; kaldı ki orada dahi iyi işlememektedir.

Benzer ürkeklikler, Dil ve Tarih Yüksek Kurulu’nun Atatürk’ün vasiyetine uygun bir yapıya kavuşturulamamasında; Planlama Teşkilatı'nın 1961 Anayasası'nda olduğu şekilde tanımlanamamasında (m.166); Bütçe Komisyonu’nun eskiden olduğu gibi ‘Plan ve Bütçe Komisyonu’na dönüştürülememesinde (m.161); YÖK yerine Yükseköğretim Üst Kurulu’na (!) geçişte (m.131); Anayasa dilinde geriye gidişte; Savcılar Kurulu’nda bakan ve müsteşarın tutulmasında vs. gözlemlenmektedir.

Buna karşılık, belediye başkanlarının görevden uzaklaştırılması için Danıştay kararının aranması (m.126); iddia ve savunma makamlarının eşitlenmesi (nasıl?) ve baroların tekleştirilmesi (m.143); YSK ve Sayıştay’ın yüksek mahkeme sayılması, YSK’nin kararları için AYM’ye bireysel başvuru yolunun açılması (m.156-157); AYM bileşiminin değiştirilmesi ve AYM’ye başvuru hakkının genişletilmesi (m.146+150); yüksek mahkemelere üye seçiminde TBMM yetkisinin artırılması (ama şu kura yolundan daha iyisi bulunamaz mıydı?), genelde olumlu düzenlemelerdir.

Ama sonuçta, Türkiye’nin 1961 Anayasası'nı aşacak bir anayasal düzene olan ihtiyacı sürmektedir.