2015 yılında Ankara Tren Garı’nda yapılan Barış Mitingi’ne IŞİD’li 2 canlı bombanın düzenlediği intihar saldırısı ve 100’ü aşkın insanın katledilmesi, 400’e yakın insanın yaralanması, Türkiye hukuk tarihinde ve “suç” bahsinde en önemli vakalardan biridir.

Olay öncesinden sayısız ihbara konu olan ve hiçbir önlem alınmayan IŞİD saldırısı “göstere göstere” yaşanmış ve üstüne dönemin Başbakanı Ahmet Davutoğlu’nun “saldırı sonrası oylarımız arttı” sözleri gelmişti; bu sözler asla unutulmayacaktır.

Ağır Ceza Mahkemesi’ndeki yargılama sonunda “taşeronlar”, sadece “insan öldürme” suçundan cezalandırılmıştır. Oysa Maraş’ı, Sivas’ı, Gazi’yi, Roboski’yi, Suruç’u kat kat aşan bu korkunç suç, “insanlığa karşı suç” olarak değerlendirilmeliydi. Ve şu ana kadar devlet görevlileriyle ilgili bir yargılama süreci söz konusu değildir. MİT mensuplarından Gaziantep Emniyet yetkililerine, Ankara valisi ve TEM yetkililerinden hükümet temsilcilerine, tek bir kamu görevlisi hesap vermemiştir.

Katliamdan yaralı olarak kurtulan Hasan Kılıç’ın, idare mahkemesince takdir edilen 25 bin TL manevi tazminata karşı, “kamu makamları tarafından öngörülebilir ve önlenebilir bir saldırıya karşı önlemler alınmadığı” gerekçesiyle yaptığı bireysel başvuruda Anayasa Mahkemesi (AYM) kararını dün açıkladı (tarih/bşv. no. 27/17/2021, 2018/22085, RG tarih/sayı, 7/4/2021, 31447).

Mahkeme, yaptığı inceleme sonunda “başvurucunun yaşam hakkının korunmasının usul boyutunun ihlal edildiğine” karar vermiştir. Mahkeme, “idare mahkemesinin olayın terör saldırısı olduğu ve idari hizmetin işleyişine ilişkin devletin kusurunun bulunmadığı sonucuna nasıl ulaştığını ortaya koyamadığını, davacının toplanmasını istediği delillerin toplanmadığını, davacının sunduğu deliller dahil, tüm delillerin idare mahkemesince değerlendirilmediğini” belirtmiş ve ihlal saptamıştır (Bkz. 49. paragraf). Bu, verilen kararın olumlu yanı.

Ancak AYM, “devletin bireylerin yaşamını koruması yükümlülüğünün maddi/pozitif boyutu”na ilişkin anlaşılmaz değerlendirmeler yapmıştır. Hasan Kılıç başvuruya konu katliamın “devletin kusuru nedeniyle gerçekleştiğini”, saldırı öncesinde yaşananları, emniyete gelen ve işleme konulmayan ihbarları, canlı bomba Y.E.A.’nın olay öncesinde bilindiğini ve kasten önlem alınmadığını, saldırı günü olay yerinde güvenlik güçlerinin yetersizliğini uzun uzun ortaya koyduğu halde AYM, “ne var ki bu iddia hakkında değerlendirme yapılmasına imkân sağlayacak nitelikteki kanıt, Anayasa Mahkemesi’nin elinde bulunmamaktadır” değerlendirmesini yapmış ve bu talebi reddetmiştir (Bkz. 39. prf).

AYM, yargılaması Ankara Ağır Ceza Mahkemesi’nde yapılan, ortaya çıkan delilleri basında günlük yer alan, tüm ayrıntıları kitaplara yazılmış, suç duyurularında bulunulmuş bir saldırıya dair, “kanıt olmadığı” görüşünü taşımaktadır. Bizzat kendi önünde olan ve 5 yıldır karar verilmeyi bekleyen Ankara Valisi ve Emniyet Müdürü aleyhine yapılmış bireysel başvuru dosyalarına baksa veya “UYAP üzerinden” dosyalarda biriken verileri incelese, “yeterli ve nitelikli kanıt” olduğunu hemen görecekti. AYM bunu yapmaktan ve devlet görevlilerinin kusurunu ortaya koymaktan imtina etmiştir.

Siyasi liderlerin ve hükümette etkili isimlerin, kapatılmasını veya en azından yetkilerinin budanmasını istedikleri AYM, hiç kuşkusuz çok zor bir dönemden geçmektedir. Ancak, zorluklarla mücadele etmenin yolu, Anayasal ve yargısal görevlerini yerine getirmek, topluma güven vermek ve toplumsal desteği çoğaltmaktan geçer. Basit konularda ve devlet yetkililerini kızdırmayacak nitelikte ihlal kararları vermek, 10 Ekim Katliamı gibi ülke tarihinde benzeri az bir saldırıda ise “usule ilişkin” bir yaklaşımla sınırlı kalmak, AYM’ye itibar kazandırmaz.