Anayasa’ya ‘can suyu’ vermek

Doç. Dr. Tolga Şirin

Bu sayfada beş gündür yazdıklarım Cumhuriyet’i bir “çevre devleti” kılmak için öneriler demeti kabilindendi. Bu öneriler, doğal olarak, geleceğe dönük. Fakat “geleceği bugünden kurmak,” yürürlükteki Anayasa’nın mevcut hükümlerine de hayat vermeyi ve onları ekolojik bir raya sokmayı gerektiriyor. Hatta bu daha öncelikli bir mesele olsa gerek.

Bu noktada harekete geçmek, anayasal haklarımıza ilişkin bilincimizi canlı tutmaktan geçiyor. Bu amaçla son yazımı, didaktik olma pahasına, mevcut anayasanın çevresel hükümlerine dikkat çekerek tamamlamak istiyorum.

Öncelikle; Anayasa’da genel olarak “sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkı” (md. 56) hükmünün büyük önem taşıdığını ve bu hükmün kıskançça sahiplenilmesi gerektiğini kaydedelim. Hüküm, “Herkes, sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahiptir.” der. Fakat sonrasında ekler: “Çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini önlemek devletin ve vatandaşların ödevidir.”

Burada önem taşıyan nokta, çevreyle ilgili yükümlülüklerin sadece devlete yüklenmediği, yurttaşlara da bu konuda bir ödevin getirilmesidir. Bu, Anayasa’nın, bireyci ve sadece tüketici bir hak mantığından ayrıldığı, hak sahiplerinin içinde bulunduğu topluma ve doğaya karşı da sorumlu olduğunu söyleyerek toplumcu bir vurguyu öne çıkardığı nadir noktalardan biridir.

Bu bakımdan, söz konusu hakkı her yurttaşın ama en çok da “sol”un sahiplenmesi ve içselleştirmesi gerekir.

Bu durum, dünya anayasalarının pek çoğunda mevcut olmayan ve kamucu yönler barındıran diğer başka hükümleri için de geçerli. Bu hükümler; kıyıları (md. 43), tabii servetleri ve kaynakları (md. 168) ve ormanları (md. 169) konu ediyor.

Kıyıların Korunması

Kıyılar, Anayasa’da bağımsız olarak düzenlenmiş bir konudur. Üç tarafı denizlerle çevrili olan Türkiye’nin kıyı boyu, toplam 8 bin 33 kilometrekaredir. Bu bakımdan Türkiye, en uzun kıyıya sahip devletler sıralamasında 14’üncü sıradadır. Bu durum karşısında “kıyıların” özel bir anayasal statüye kavuşturulmuş olması şaşırtıcı değildir. Bu anayasal statünün, özel mülkiyet aleyhine ve fakat toplum lehine kamucu bir yönü vardır.

Anayasa, “Kıyılar, devletin hüküm ve tasarrufu altındadır” der. Dünya anayasalarında nadir rastlanan türden bu açıklık, üzerine titreyerek sahiplenilmelidir. (Dünya’daki örnekler için bkz. Tolga Şirin, “Plajlarda ‘sürtme’ özgürlüğümüze ve kıyılarımıza sahip çıkalım,” T24, 27/07/2020.)

Bu cümlenin anlamını, Kıyı Kanunu şu net ifadelerle somutlaştırmaya çalışır: “Kıyı, herkesin eşitlik ve serbestlikle yararlanmasına açık olup, buralarda hiçbir yapı yapılamaz; duvar, çit, parmaklık, tel örgü, hendek, kazık ve benzeri engeller oluşturulamaz. Kıyılarda, kıyıyı değiştirecek boyutta kazı yapılamaz; kum, çakıl vesaire alınamaz veya çekilemez. Kıyılara moloz, toprak, curuf, çöp gibi kirletici etkisi olan atık ve artıklar dökülemez.”

Türkiye halkı ile Türkiye doğasının menfaatleri kıyılarda kesiştiren bu hükümler, doğru ellerde oldukça değerlidir. Anayasa Mahkemesi bu değeri bir ölçüde vermiştir. Mahkeme, bu hükümdeki yasakların içini sulandıracak kavramlara karşı yasakları belli bir çıtanın altına indirme girişimlerine karşı durmuştur.

Mahkemenin kararlarına baktığımızda, yasak, kıyılar için güçlü biçimde uygulanır. Fakat söz konusu yasak, eşyanın tabiatından kaynaklanan bazı yapıların inşa edilmesine engel olmaz. Örneğin iskele, liman yapıları; dalgakıran, rıhtım, dayanma duvarı, kayıkhane, çekek yeri, köprü, menfez, fener, dalyan, teknik alt yapı ve tesisleri gibi kıyının, kamu yararına kullanımını kolaylaştırmak veya kıyıyı korumak amacına yönelik yapı ve tesisler veya başka yerde inşası mümkün olmayan tersane, gemi sökme yeri ve su ürünlerine dayalı sanayi adımları, çevreci olmak kaydıyla, kabul edilebilir. (Keza sahiller söz konusu olduğunda, yasak, kıyılara nazaran daha da nispileşir. Fakat bu alanlarda dahi Mahkeme, “kamuya açık olma” kaydını kabul etmiştir.)

Mahkemeye göre bir yapının kıyıda yapılmasının “faaliyetin doğası gereği zorunlu olduğu” ortaya konmalıdır. Aksi hâlde böylesi yapılar “kamu hizmeti” amacıyla bile olsa haklı çıkarılamaz. Örneğin bir kanun, bu zorunlu bağı kurmadan kıyılara eğitim, spor veya turizm amaçlı tesisler yapılmasına izin verdiği için iptal edilmiştir.

ÇILGIN PROJELER

Mahkeme, bu yaklaşımı “çılgın projeler” günlerinde de koruyabilmiştir. Örneğin anayasal sınırlamaların, Çandarlı Limanı, Rize İyidere Lojistik Merkez Limanı, Rize dolgu alanı ve Bitlis Ahlat’ta Van Gölü kıyısında belirlenen alanlar bakımından herhangi bir kamu yararı gerekçesi ortaya konulmaksızın uygulanmayacağını söyleyen bir kanun hükmü AYM tarafından -gerektiği gibi- iptal edilebilmiştir. Mahkeme, tüm “vesayet organı” suçlamalarına rağmen Türkiye’nin kıyılarını yok edilmeye karşı koruyabilmiştir.

Fakat Mahkemenin bu tutumuna rağmen, başta bir yandan plaj mafyaları ve yamyam müteahhitler diğer yandan kıyıları metalaştırmak konusunda bir program takip eden hükûmet çevreleri anayasal güvenceleri tahrip etmektedir.

Bu noktada sorunlar, özellikle (i) söz konusu kararların icra edilmemesi, (ii) yargısal denetimden kaçırmak için yapılaşmanın uluslararası sözleşmeler yoluyla gerçekleştirilmesi ve (iii) bireysel başvuruya konu edilememesi noktalarında yoğunlaşmaktadır.

Türkiye, yeniden asgari demokrasi düzenine geçerken, bu sorun başlıklarını masaya yatırmalıdır.

Tabii Servetler ve Kaynakların Aranması ve İşletilmesi

Anayasa, kıyılar konusundaki güvencesini tabii servetler ve kaynaklar konusunda da sürdürmüştür. Fakat bu konudaki hükümler daha gevşek ve liberaldir.

“Tabii servetler ve kaynaklar Devletin hüküm ve tasarrufu altındadır.” diyen Anayasa “Bunların aranması ve işletilmesi hakkı Devlete aittir.” diyerek de bu konuda kamusal bir alan oluşturmuştur. Fakat bu hükmün devamında istisnalar ve tabi olduğu kurallar, yasamaya takdir bırakacak biçimde sayılmıştır:

“Devlet bu hakkını belli bir süre için, gerçek ve tüzelkişilere devredebilir. Hangi tabii servet ve kaynağın arama ve işletmesinin, Devletin gerçek ve tüzelkişilerle ortak olarak veya doğrudan gerçek ve tüzelkişiler eliyle yapılması, kanunun açık iznine bağlıdır. Bu durumda gerçek ve tüzelkişilerin uyması gereken şartlar ve Devletçe yapılacak gözetim, denetim usul ve esasları ve müeyyideler kanunda gösterilir.”

Bu hükmün ikinci fıkrası doğal kaynaklar konusundaki devlet tekelini kırmaktadır. Fakat bu istisnanın getirdiği devir olanağı da “tam devir” anlamına gelmez. Nitekim Anayasa Mahkemesi de “madencilik” etkinliğinin özel sektöre açılmasıyla ilgili bir davada bu keyfiyeti, Devletin bu hakimiyetinden vazgeçmesi ve bu hakkı tümüyle özel sektöre devretmesi” söz konusu olmadığı için Anayasa’ya uygun saymıştır. Bu, Anayasa’nın lafzı karşısında anlaşılır olsa da yabancı sermaye dönük hiçbir kaydın bulunmaması, alandaki kartelleşme ve çevresel tahribata karşı yeterli güvencelerin açıkça ifade edilmemesi eleştirilebilir. Anayasa’nın, mevzuatın veya yargısal yorumun çevreci bir boyut kazanması bunu gerektirir.

Ormanların Korunması

1982 Anayasası, ormanlar konusunda oldukça ilericidir. Bunda, diğer pek çok şeyin yanı sıra orduda, erken Cumhuriyet döneminden bu yana süregelen bir kültürel kodun etkisinin olduğunu söylemek zorundayız.

Anayasa hazırlanırken bu ormanları koruma hassasiyeti çokça vurgulanmıştır. Bu gerçeği yansıtan iradenin hakkını teslim etmek gerekir. Türkiye’nin yürürlükteki anayasası, dünya anayasaları içinde, ormanlar konusunda en çok hüküm içerenlerden biridir.

Yükümlülükler

Anayasa, devlete beş farklı yükümlülük getirir. Devlet;

(i) Ormanları koruma ve gözetme,

(ii) Orman sahalarını genişletme,

(iii) Yanan ormanların yerine yeni orman yetiştirme,

(iv) Ormanları bizzat yönetme ve işletme

(v) Orman köylülerini koruma yükümlülükleri altındadır.

Anayasa, ormanlara zarar verebilecek söz ve eylemlere karşı hazırlıksız ve çaresiz değildir.

Orman Karşıtı Söz ve Eylemlere Karşı Yasaklar

Sözel yönden; ormanların korunması, ifade özgürlüğünün sınırıdır: “Ormanların tahrip edilmesine yol açan siyasi propaganda yapılamaz.”

Eylemsel yönden; yasaklar net ve mutlaktır:

“Ormanlara zarar verebilecek hiçbir faaliyet ve eyleme müsaade edilemez.”

Ayrıca orman suçları konusunda ne özel af ne de genel af çıkarılması mümkündür. Ormanları yok edene, yakana veya daraltanlara karşı af yasağı esastır.

Kamusal Mülkiyet

Mülkiyet ilişkileri yönünden de anayasanın konumu kamucudur. Şunlar yasaktır:

(i) Ormanların mülkiyetinin, zaman aşımı vb. gerekçelerle bile olsa devredilmesi,

(ii) Kamusal yarar gerekmedikçe ormanların kişisel kullanımlara açılması,

(iii) Orman vasfını yitiren yerlerin orman köylüleri dışındaki kişilere (örn. şirketlere) devredilmesi.

Orman Alanlarını Daraltma Yasağı

Çevre hukukunda ormanlar konusu açıldığında, insanların ormanlık alanları el yordamıyla arttıramıyorsa bile asgari bir düzeyin altına indirme yasağı konuşulur. Bu mevzu açıldığında ise hemen Bhutan Anayasası’na gönderme yapılır. Bu Anayasa’ya (md. 5/3) göre: “Hükûmet, ülkenin doğal kaynaklarını korumak ve ekosistemin bozulmasını önlemek için, Bhutan'ın toplam arazisinin en az yüzde altmışının her zaman orman örtüsü altında tutulmasını sağlar.”

Bu hüküm ülkenin ve çevreci anayasacılığın alametifarika hükümlerinden biri sayılır. Fakat işin ilginç yanı şudur ki bu hükmü Türkiye'de coşkuyla ve imrenerek paylaşan çevrecilerin azımsanmayacak kısmı, daha az güvenceli/net ve fakat benzer bir hükmün 1982 Anayasası’nda (md. 169/son) var olduğundan bihaberdir. Bu, hükmün uzun ve ağdalı Türkçesinden kaynaklıyor olabilir:

“Orman olarak muhafazasında bilim ve fen bakımından hiçbir yarar görülmeyen, aksine tarım alanlarına dönüştürülmesinde kesin yarar olduğu tespit edilen yerler ile 31/12/1981 tarihinden önce bilim ve fen bakımından orman niteliğini tam olarak kaybetmiş olan tarla, bağ, meyvelik, zeytinlik gibi çeşitli tarım alanlarında veya hayvancılıkta kullanılmasında yarar olduğu tespit edilen araziler, şehir, kasaba ve köy yapılarının toplu olarak bulunduğu yerler dışında, orman sınırlarında daraltma yapılamaz. “

Görüldüğü gibi Anayasa, orman alanlarında daraltma yasağı öngörür. Fakat bu daraltmaya bazı istisnalar getirerek hükmün gücünü azaltır. Ne var ki güvence güvencedir. Var olan teminatlara sahip çıkmak, istisnalardan kurtulmanın ön koşuludur.

1982 Anayasası, çok sayıda ekonomi-politik nedenle çevreci ve kamusal ögeler içeriyor. Yeni anayasa tartışmalarında bu ögeleri kıskançça sahiplenmeliyiz. Çevre devleti talebini yükseltmeden önce anayasanın çevreci ögelerini hayata geçirecek bir eylemlilikten vazgeçmemeliyiz.