Anayasasız anayasal düzene geçiş  ve sonrası

Türkiye 16 Nisan günü yapılan anayasa değişikliği oylamasıyla anayasasız bir rejime geçmiş oldu. Çünkü gücü sınırlamak ve devlet aygıtı içerisinde dağıtmak yerine tek adama veren, tek adamın “kararname” adı altındaki buyruklarının kanun yerine geçebildiği, tek adamın kendi başına hukuk yaratabildiği bir ülkedeki anayasa olsa olsa sözde bir anayasa olabilir, gerçekte ise orada bir anayasanın varlığından söz edilemez. Referandumun birinci sonucu budur, Türkiye’de artık “anayasasız bir anayasal düzen” vardır, rejim ancak anayasayı ortadan kaldırarak anayasal bir statüye kavuşabilmiştir ve anayasa artık ancak yokluğuyla var olabilecektir.

İkinci olarak daha önce sinyallerini aldığımız üzere, “Türkiye’de seçimlerin sonu” gelmiştir. Son yerel seçimlerde Ankara oylarının gasp edilmesi, 7 Haziran seçimlerinin fiilen geçersiz sayılıp tekrar seçime gidilmesi, 7 Haziran-1Kasım arasında siyasetin kanla dizayn edilmesi ve toplumun sopayla hizaya getirilmesi sonrasında gelinen nokta, YSK’nın yazılı hukuk kuralını, kanun maddesini göz göre göre çiğneyip mühürsüz zarflardaki oyları geçerli sayması olmuştur. Bu seçim hileli ve şaibelidir. Anayasasız ve dolayısıyla hukuksuz bir rejime resmi olarak geçiş oylamasının, hukukun ayaklar altına alınarak yapılmasında ise muazzam bir sembolizm vardır ve bundan sonra yaşanacaklar bu sembol hadiseye bakarak tahmin edilebilmektedir.

Üçüncüsü, rejimin kendisini “süreklileşmiş bir olağanüstü hal rejimi” olarak inşa ettiği, sıkıyönetimin kaldırılması vaadiyle gidilen seçimin hemen ardından OHAL’in uzatılma kararının alınmasıyla bir kez daha anlaşılmıştır. Anayasa değişikliklerinin hayata geçirilmesine, yani bir sonraki seçime kadar olağanüstü halin devam ettirilmek istendiği aşikardır, sonrasında kaldırılıp kaldırılmayacağını ise o günkü konjonktür belirleyecektir. Her durumda, nasıl ki ilan edilmeden önce süreklileşmiş gayriresmi olağanüstü hal rejiminde yaşıyorsak, bundan sonra da süreklileşmiş resmi olağanüstü hal rejiminin yürürlükte olacağını söyleyebiliriz. Demek ki, sol siyaset, bundan sonraki siyasal stratejisini buna göre belirleyecek, yapacağı işleri süreklileşmiş OHAL’de nasıl yapabileceği üzerine düşünecektir.

Söylenmesi gereken dördüncü şey şudur: Yeni rejimin kendi insan tipini, kendi “makbul vatandaş”ını yaratma projesi açıkça çökmüştür. İktidar partisinin “millet” kapsamına dâhil edemedikleri, kapsayamadıkları, yani cumhuriyetçiler, Aleviler, sosyalistler, muhalif Kürtler, önceki seçimlerde olduğu gibi bu sefer de “hayır” demişlerdir ama bu toplama kendi “hayır”larıyla başkaları da dâhil olmuştur. Milliyetçiler, ülkücüler, Saadet Partili dindarlar, açıkça “fiili durumun hukuka uydurulması”nı, yani rejimin anayasal statüye kavuşturulmasını reddetmişler ve iktidarın “millet” tanımının dışına düşmüşlerdir.

Buna bağlı olarak beşinci söyleyeceğimiz şey, rejimin meşruluğunun daha geniş kitleler nezdinde sorgulanır hale gelmiş olmasıdır. Üç büyük şehirdeki manzaraya, Adana’yı, Mersin’i, Antalya’yı, Diyarbakır’ı eklediğimizde durum ortadadır. İl ve bölge bazında yapılan değerlendirmelerde kentlileşme arttıkça, sanayileşme arttıkça, eğitim oranı arttıkça, rejime “hayır” deme oranı da artmaktadır. Dahası, genç nüfus arasında “hayır” diyenlerin oranının hayli yüksek olduğu görülmektedir ki bu da on beş yıl boyunca yapılan her türlü yatırıma rağmen “kindar ve dindar nesil imalatı”ndaki ciddi bir sıkıntıya işaret etmektedir ve son derece önemlidir.

Altıncısı, Kılıçdaroğlu ve CHP yönetiminin sağcılığı, liderlik kapasitesinden yoksunluğu ve basiretsizliği referandum süreci boyunca ve seçimin hileli olduğunun anlaşılmasından sonraki tutumuyla bir kez daha açığa çıkmıştır. Referandum boyunca CHP tabanı ve az sayıda vekil çalışmış, “hayır”ı örgütlemiş, CHP yönetimi ise bütün bu emeği heba ederek, “bu referandumu ve sonuçlarını tanımıyoruz” diyememiştir. Bu, CHP içerisinde bir yönetim krizine yol açar mı bilinmez ama Akşener-Özdağ-Oğan üçlüsünün kuracağı bir merkez sağ partinin, sağcılık yaparak ayakta kalmaya çalışan CHP’ye nasıl bir darbe vuracağı ileride görülecektir. Önümüzdeki süreçte, tabandan gelen ve partiyi sola çeken bir hareket olmadıkça, yeni bir merkez sağ partinin AKP ve MHP kadar CHP’den de rol çalması ve CHP oylarının yüzde yirmilerin altına düşmesi ciddi bir olasılık olarak karşımızda durmaktadır.

Yedincisi ve son olarak söylenmesi gereken şey, Türkiye’de bağımsız sol bir özne yaratmanın ekmek gibi, su gibi bir ihtiyaç olduğudur. Referandum süreci boyunca halkla temas etmenin, toplumsallaşmanın, kitleselleşmenin zemini bulunmuştur, yürünecek yol, benimsenecek söylem, izlenecek strateji az çok belli olmuştur. Gezi enerjisi bir dip dalgası olarak toplumda, sokakta varlığını devam ettirmektedir, potansiyel oradadır ve bu enerjinin gün yüzüne çıkarılması gerekmektedir. Gezi ruhu, kendine bir beden aramaya devam etmektedir, o beden bulunduğunda sözünü ettiğimiz özne de siyaset sahnesindeki yerini alacak demektir.