Angelopoulos yirminci yüzyılın en önemli sanatçılarından birisiydi, bir yandan Yunan kültürünün tarihinden getirdiği mitolojik söylenceleri öte yandan ise çağdaş tarihi sıkı bir örgüyle yeniden anlatıyordu, aslında bütün sanatçılar gibi hayatı boyunca tek bir filmi anlattı Angelopoulos: Odysseas’ın bir türlü sıla özleminden kurtulamadan çağdaş Yunanistan’da kendini arayışının filmini yapma çabası. Kendi tarihini kurmak ve tarihiyle yüzleşmek, bir anlamda sürgünlerin, iç savaşların, işgallerin, siyasi baskıların ve emperyalizmin her zaman diri Yunan ilgisinin toprağında, bir yere ait olma mücadelesiydi onunkisi.

Yunanistan’daki Angelopoulos’un yolculuğuna baktığımızda ilginç şeylerle karşılaşırız. Üniversite yıllarının aktif militan öğrencilerinden biridir ve marksisttir. İlk gençlik yıllarının büyük düşü sinemacı olmak için üniversiteyi bırakır ve Fransa’ya gider, orada IDHEC’te öğrenci olur. 1960’lı yıllar, Fransa henüz yeniden siyasallaşmanın ve militanlaşmanın başlangıç aşamalarındadır. Ama IDHEC’teki öğrenciliği tam bir estetik tartışmasına konu olacak şekilde yarım kalır: Kurgu (montaj) dersinde belirli bir hikâyenin kurgusunu yapması gerekir. Öyle bir kurgu yapar, çekimleri yapıp belirli şekillerde montajını yapmak yerine, bütün hikâyeyi tek bir planda anlatmayı seçer ve kurguyu, anlamı bizzat eylemin içinde aşamalandırarak yapar. Kurgu hocası kabul etmez, bir tür verilen dersin anlamını sarsacak şekilde mesele çözülmüştür. Tam da burası Angelopoulos’un aslında plan-sekansın ilk uygulamasını yaptığı yerdir, bir hikayeyi tek bir çekimde 10 dakikalık yoğun planlanmış ve aşamalandırılmış şekilde çekmeyi savunmaktadır. Ödevi kabul edilmez ve eğitimi kesintiye uğrar. Angelopoulos’un bu ödevi bile yeni bir estetin gelişinin habercisidir. İdeoloji/estetik/hikâye anlatma süreçlerinde yeni bir dili inşa etme tutkusuna kapılmıştır, yeni bir Brehctiyen estetiği habercisidir, bir tür epik anlatı sinemada yeniden doğuyordur.

Yunanistan’a geri döndüğünde, siyasal karmaşalar içindedir, ilk deneyi yarım kalır. Ardından ise kendi estetik anlayışını kabul ettirene ve filmlerini finanse ettirene kadar zaten Yunanistan’da darbe olur ve Albaylar Cuntası iktidara gelir. Resurrection filmini bitirdiğinde, ilk önce Avrupa’da eleştirmenler keşfeder Angelopoulos’u, yeni bir dille karşılaşmışlar, aynı zamanda Angelopoulos’un kendine has insanı kaygılarını ve bir tür yerinden yurdundan edilmişlik temalarının ne kadar güçlü olduğunu anladıklarında, bir anda Avrupa’nın bu küçük ülkesinden uluslar arası bir usta türetmeye başlarlar. Bu filmin ardından Angelopoulos bir tür çağdaş Yunanistan’ın temellerinin atıldığı yılların, yani Yunanistan’ın özellikle de Anadolu’dan göç etmiş büyük kitlenin siyasallaşması ile Komünist Partinin sürekli güçlendiği, yer altı örgütlenmesinde büyük adımlar attığı ve artık yeraltına sığamayan partinin ülkenin geleceği hakkında ulusun gündemine oturduğu yıllara, 1930-1952 yılları üzerine eğilir. Bir tür Yunanistan İç Savaşının patlak verdiği yıllardır. Üçleme düşünür: 36 Günleri filmini devrimcilerin gözünden, Kumpanya filmini halkın gözünden, Avcılar filmini ise burjuva siyasetçilerin gözünden olmak üzere yaklaşık yirmi yıllık iç savaşı filme dönüştürür.

Bu açıdan aslında çağdaş Yunanistan tarihi sinemada benzersiz bir estetik deneyimle anlatılmış gibidir, Angelopoulos ise yaşamının son büyük projesinde ise en başından başlayarak sürgünlerin Yunanistan’a gelmesiyle başlayıp, son büyük iktisadi krizle tamamlanacak bir üçleme yapmayı planlıyordu, öldü(rüldü)ğünde ise bu üçlemenin son filmini yapmaktaydı ve sete gidiyordu zaten. Bu film aslında bir tür Avrupa kültürüne beşiklik yaptığı söylenen Yunanistan’ın Avrupa kıtasıyla hesaplaşması gibiydi, Avrupa Yunanlıları ataları olarak görüyordu, hem kültürel hem iktisadi açıdan. Ama Avrupa Birliği bir tür kadim topraklar gibi sanayisiz bir topluma ve aynı zamanda turizme mahkûm bir topluma dönüştürüldü Yunanistan, sürekli krizlere gebe bir topluma.

Angelopoulos bu krizin hem sosyolojik hem iktisadi ve son olarak tarihsel kökenlerini inceliyordu, bir tür yaşanan tarihin filmini yapıyordu.

Uluslar arası olarak çok ciddi ödüller almış, hakkında çok sayıda eserler verilmiş birisiydi, ama Angelopoulos kendini yalnızca bir sinema adamı olarak görmezdi, kendini sanatçı/aydın geleneği içinde büyük yönetmenler kuşağının bir parçası olarak görüyor ve çağdaş tarihi sürekli yorumlayan bir sanatçı olarak niteliyordu. Bu açıdan Angelopoulos’un ruh hali de çağdaş Avrupa’nın siyasi tarihiyle iç içeydi.

68 kuşağını bir önceleyen kuşaktandı, bu nedenle 68 kuşağının heyecanına, tutkularına ortak olsa da onun heyecanıyla öne atılıp sonradan geride kalan ve düzene eklemlenen birisi hiç olmadı. Bir tür Avrupa devrimine tutkun birisi gibi yaşadı.

Albaylar Cuntası sırasında tıpkı Bunuel’in Franco İspanya’sında Viridiana filminde yaptığı gibi, farklı bir senaryoyu sansüre verip Kumpanya’yı çekmişti, cunta devrildikten sonra film ortaya çıktığında, bu filmi cunta sırasında çekmesinin hikâyesi herkesin merakını çekiyordu, gördüklerinin bir askeri cunta sırasında çekilmesi olanaksız gibiydi çünkü.

Daha sonra Yunanistan’da sosyalist hareket gerilediğinde, kapitalist Yunanistan’ın ardında bıraktığı büyük hayal kırıklıklarını filme alarak, büyük bireysel dramları anlattı. Ancak 1990, yani Yeni Dünya Düzeninin geldiği vakit, bilinçli bir geri çekilme yaşadı, Avrupa’da Hollywood’un egemenliğine, büyük şirketlerin her birisinin sendika düşmanı olarak holdinglerine sendika sokmamak için yaptıkları politikalara, Sovyetler Birliğinin çözülüşünün ardında bıraktığı büyük devrimden kaçış dalgasına, geleneksel komünist partilerin art arda tarih sahnesinden çekilmesine ve elbette muhafazakâr ve ikiyüzlü sağın iktidara gelmesine, ruhsal bir geri çekilişle yanıt verdi. Köklü bir pesimist söylem tutturdu, kendi sözleriyle, 1960’lı yılların devrimci hareketinin bir üyesi olarak, “Balkanlardaki katliamlar, İtalya’da Berlusconi, Fransa’da Sarkozy gibi saçmalıkların gelmesinden sonra, nasıl pesimist olmam ki” diyordu.

Dolayısıyla bir tür kendini tarihe sürgün etti, derin bir lirizm içinde tarihe ve yenilgilere ağıt yakan ve artık halkının diliyle ve özlemleriyle uyuşamadığı için, onunla yeniden anlaşabilmek için onun dilini öğrenmeye çalışan sürgünden gelen bir sanatçı olarak resmetti kendisini.

Bir de ülkemizi ilgilendiren son sinemasal ayrıntı da, bugün Avrupa’da kendi kültürel geleneğinin devamı olan, büyük yönetmenler kuşağının sanatçısı olarak Nuri Bilge Ceylan’ı görmesiydi, bütün filmlerini seyretmişti ve çok önemsiyordu Ceylan’ı.

Ruhu şad olsun da, umarız bir büyük yetenekli mirasçı son filmini olabildiğince aslına sadık kalarak tamamlar. Böyle durumlarda Yeşilçam’daki kuralın Yunan topraklarına da uzanmasını dilerim: “hiçbir film yarım kalmaz, mutlaka bir tamamlayan çıkar”. Bu anlamda insanlık hala Kieslowski’nin ölmeden önce senaryosunu yazıp tamamladığı üçlemesi olan Cennet/Cehennem/Araf filmlerini henüz tamamlayamadığı için, bir başka sanatçı/aydına borcunu ödeyemedi, başlandı ama bitirilemedi. Oysa Angelopuolos’un durumu çok daha ümitli, çünkü üçlemenin ilk ikisi kendisi tarafından çekilip bitirilmiş, son filmi ise çekiliyordu.