Bundan tam yirmi sekiz yıl evvel geldim Ankara’ya. Hiç bilmiyordum, Anıtkabre gittim, dev sütunları arasında dolaştım. Akşamları Sakarya’daki barlarda bira içtim, Milli Kütüphane’yi dolaştım, Bahçeli’de başı yazmalı teyzelerin elleriyle burguladığı mantıdan yedim. Kuğulu Park’tan geçtim, Akün’e girdim, Metropol ve Kızılırmak’a da. ODTÜ’ye, sonra yeni kurulu Bilkent’e gittim. Hepsi yerlerinde duruyorlar.

Kurtuluş Parkına vardım, Cebeci’de yol üstüydü, polis eylemlere saldırdığında saklanmak, soluklanmak, kendini korumak için bir yerdi. Akasya ağaçlarının dalları yeşil, gölgeleri serindi, âşıklar için sevişmeye daha kuytu bir yer yoktu. Hepsi yerli yerindeler, ağaçlar uzun, sesler serin hâlâ.

Kumrular bambaşka bir yerdi, köşe köşe ağaçları, sağlı sollu dükkânları, tost ve portakal suyunu hemen sol ele tutuşturup, parayı sağ elden alan satıcıları, elektronik cihaz satan yorgun mekânları, binaların üst katlarında mevzilenmiş sendikaları, odaları, dernekleriyle şehrin ruhunu yansıtırdı. Keman çalan çocukları hâlâ vardır. Kumrularıyla o eski sokak, ağaçlar, dükkânlar, satıcılar, yüksek sesli bağırtılar arasında.

Sakarya bir kentin adıydı, Ankara içinde ise şehrin ruhuydu, dönerciler, kokoreççiler, köfteciler, emekli memur kahvehaneleri, ikinci üçüncü katlardaki kumar oynatan yöre dernekleri, emlakçılar, hele o çiçekçiler, aklınızı başınızdan alacak kokular, önlerinde dikilmiş âşıklar, akşama düşen balık fiyatları, hamsi üçe beşe düştü diye bağıran, elleri eldivenli, alnı terli, çalışmaktan yorgun Kürt satıcıları. Akşama bira bardaklarının müzik eşliğinde tokuşturulduğu, ayakta muhabbet edilen sırt sırta yerler, maç izlenen, sigara dumanı bol kafeler. Sakarya yine orada, balıkçıları, kokoreçi, birasıyla.

Biz beş arkadaş, seksen dokuzda bir akşam Cebeci’de hemen siyasalın yanındaki caddeden Dikimevi’ne yürürken, birden sağa girdik -adı İbrahim miydi-, onun lokantasına daldık, kurt gibi açtık, Ostim’den bildiri dağıtmadan geliyorduk, lokantanın ışıkları sönmüştü, İbrahim Abi sanki anlamıştı, o eski bir devrimci, lokantasında servis yok, garson da yok, o hem de aşçı, bizim arkadaşlar tanışıyor, tabağını alan, et, pilav, salatasını aldı, istediği kadar aldı herkes, İbrahim Abi hiç bakmadı, o karanlıkta, kırmızı bir mumun aydınlattığı lokantada aceleyle karnımızı doyurduk. İbrahim, eski solcu, On iki Eylül’de kalmış içerlerde epey vakit, o lokanta oradadır, İbrahim Abi orda mıdır, vücudundaki işkence izleriyle.

Ev tuttum, bizim dünyamızdan her öğrenci, kiralar ucuz, komşular sımsıcak, Cebeci’ye ırak değil diye, pat diye kapısını çalıp Sivaslı amcanın yemeğine ortak oluruz diye, Tuzluçayır’a giderdi. Hem mahalleli de solcu, ha eski Moskova ha Tuzluçayır, eylemleri, ev önlerinde akşam sefasında kadınları, toprak yerde bilye oynayan çocuklarıyla Tuzluçayır orda, Mamak’ın içinde, birbirine yaslı, hem acılardan, hem kaderden. Geçen yaz yine gündemdeydi, cami-cemeviyle, gazla, direnişle, solculuğuyla.

Zafer Çarşısı’nın içi bir kitapçılar cennetiydi, dost ordaydı, içinde sigarasını durmadan tüttüren yeşil ceketli üniversitelilerin çay ocakları da, orada az kitap çalmadık, dünyanın en meşru, bizim en yetenekli olduğumuz işti, ustalar çaylaklara çalma dersi verirdi Zafer’de. Polisle kovalamaca oynarken tuttuğumuz evlerinde Ankara’nın, az kitabım kalmamıştır, saklı raflar altında. Kaldığım evler de Batıkent’te, Tuzluçayır’da, Abidinpaşa’dadır, biraz yaşlandılarsa da, yıkılmadılar daha.

Nehirleri olmadı içinde Ankara’nın, incesu deresi olsa da, denizi olmadı Ankara’nın, çeşmeleri oldu tarihten kalma. Ben nehirle doğdum, nehirde yıkandım, nehrin sularını içtim xızırın suyu diye. Gölbaşı vardı, bir zamanlar altından az ceset çıkmamıştı, işkenceciler konuşturamadıklarını bu göle atarmış Eylüllü zamanlarda. Altında sessiz ve nüfus cüzdansız ölüleriyle gölbaşı orada, etrafında yeni güvenlikli siteleriyle beraber.

Ankara artık bizim Ankara değil, fanatik milliyetçilerle İslamistler onu aldı bizden. Sokakları, belediye otobüs durakları kan kokar, alnı, saçı, elleri öpülesi liseliler, pırıl pırıl ODTÜ’lüler, Muharrem Çermik ve ailesi öldürüldü orda, kent üç defa kurşuna dizildi, üç kere öldürüldü, balıkçıların, seyyar satıcıların, polislerin, kumruların gözü önünde. Bu kent yenilmez ama, onlara bırakmayız, kuşlarımız ve keman çalan çocuklarımızla beraber.