Varoluş ve direniş alanları yaratmak, öfkenin, kederin ve isyanın harekete dönüştürülmesiyle mümkündür

Ankara’dan sonra

MURAT MÜFETTİŞOĞLU
mmufettisoglu@gmail.com

“Auschwitc ‘ten sonra şiir yazmak barbarlıktır” demiş Adorno. Öfkeyi, isyanı ve kederi, bu denli derinden, bu denli çarpıcı yansıtan başka bir cümle var mı acaba? Peki, bir katliamdan sonra yaşıyor olmanın ezikliği nereden kaynaklanıyor dersiniz?

Marquez’ in Kırmızı Pazartesi adlı romanında anlattığı gibi, katliam ‘geliyorum’ dedi ve geldi. Sonrasında başbakanın ana muhalefet partisi liderine itiraf ettiği gibi; “siyasi otorite ‘gereğinin yapılması’ talimatını kolluk güçlerine vermeyerek” gelmekte olanın önünü açtı.

Muhalifler olarak bilmediğimiz şeyler değil bunlar. Ezikliğimize gelince; yaşıyor oluşumuzdan değil, katliama kadar yap(a)madıklarımızdan ötürüdür. Çünkü biliriz: kurulmayan her cümle, atılmayan her slogan Afrika’ da bir çocuğun ölümü demektir.

‘Ölenler arasında tanıdıklarımın olup olmadığını’ soruyorlar. “Var. Şu an için yüz iki kişi!” diyorum. Gırtlağımda buz gibi bir öfke, ciğerimde yüz iki yara var. Bir meydanda öldük, ülkenin bütün sokaklarında dirilmekten başka seçeneğimiz yok.

Sokakta ‘Oluş’ ya da...
Varoluş ve direniş alanları yaratmak, öfkenin, kederin ve isyanın harekete dönüştürülmesiyle mümkündür. İş bununla bitmez; her dışavurumun, bağ dokusu oluşturacak şekilde buluşması, iç içe geçerek kolektif varoluşun faili olan zihinsel ağı örebilmesi gerekir. İnsanca yaşamak derdindeki “tekil” iradelerin doğrudan izdüşümü olan ‘sokak sosyolojisi’ bu şekilde kurulur, kamusal bir mekân olarak ‘sokak’ bu şekilde var edilir.

İyi şeyler yapmak istiyoruz; kötüyü bilmek zorundayız: Bir ülke, en yalın, en şematik haliyle, büyük kümelerden ve onların kapsadığı alt kümelerden oluşur. Devlete ya da “siyasi otoriteye” doğrudan bağlı nüfuslu kişiler büyük kümeleri yönetirken, alt kümelerin yönetimi bir takım “sivillere” bırakılmıştır. Misal, valiler ve kaymakamlar, şehrin beşeri dokusunda erişilmesi güç noktaları, aile reisleri, mahalle ağabeyleri, okul müdürleri, kurs ablaları, çarşı esnafı, fabrika ve şirket yöneticileri vesair aktörlerin aracılığıyla kontrol ederler. Hitler, bu konuda akıl almaz bir yönteme baş vurarak, muhalif anne babalarını ispiyonlamaları için bizzat çocukları kullanmıştır. Malumunuz, Kenan Evren’ in sokak sokak, kahvehane kahvehane dolaşan vatandaş işbirlikçileri vardı. Erdoğan’ a gelince; özellikle Gezi Eylemleri’ nde komşunun komşuyu ihbar etmesini vatandaşlık görevi saymıştı.

İşte, adına devlet denen hiyerarşik aygıtın tarihsel “başarısı”, beşerin yayıldığı tüm kümeleri, doğrudan ya da dolaylı biçimde kontrol altında tutabilmesidir. Kriz hallerinde devreye kolluk güçlerini ya da karanlık odakları sokar; sair zamanlarda ise “hayırlı” vatandaşların “rızalarıyla” ve sözde sivil toplum örgütlerinin desteğiyle iş görür. Her daim işlevsel tutmaya çalıştığı “millet iradesini” ve “kamu vicdanını” muhtelif telkinlerle, türlü yanılsamalarla ve propagandalarla günceller durur. Yegâne amacı, sömürüye dayalı üretim ilişkilerinden kaynaklanan sistemik yapının devamlılığını sağlamaktır.

‘Altyapı-üstyapı ilişkisi’ olarak da bilinen bu çözümlemeyi sol düşünce geleneğinin neredeyse tamamı yapmakla birlikte, kanımca bazılarının fark etmediği veya önemsemediği bir nokta var: Kendi etraflarına çektikleri ‘ret diliyle’ ve ‘içe dönük’ eylem anlayışlarıyla, devletin kontrol ve baskı alanlarının dışına çıktıklarını zannederlerken, gerçekte onun işini kolaylaştırmaktalar. Örgüt ve örgüt hiyerarşisini aşkınlaştırırlarken, yaratıcı aklın, aktüel analizlerin ve kurucu eylemin(praksis) yerine, siyasi mücadeleyi belli günlere ve ritüellere indirgeyen yaklaşımları koymaktalar. Kullandıkları dil bile devletin propaganda diliyle benzerlikler göstermektedir. Misal, “katledilenler devrim/barış şehidi oldular!” deniyor. Ben de soruyorum: Emin misiniz?

Bu ideolojik tıkanıklığı aşmak, hayatın her alanını ve katmanını kesen bir dil ve eylem anlayışını ‘gerçeğe ve sokağa’ massetmekle mümkündür. Amerika’ yı yeniden keşfedecek halimiz yok, ancak, “sürpriz” buzdağları gerçeğini de göz ardı etmemekte fayda var.

Devlet, soyut, uçucu ve akışkan bir yapı değildir; varlık sınırları belirgin kapalı bir mekanizmadır ve kendi gibi kapalı yapılarla kurduğu ‘çatışmalı’ ilişkilerden beslenir. Pek çok sol anlayışın söz konusu ideolojik kapalılıkları, devletin –gerektiğinde- gardını almasını, kendine taktik ayar çekmesini, kimi hallerde sertleşmesini kim hallerde esnemesini, bazen de tehdit olarak gördüğü gruplara cepheden saldırmasını, velhasıl, kendini yeniden üretmesini kolaylaştırır. Unutulmamalıdır ki, “ne zaman ne yapacağı belli olmayan” akışkan bir kitlenin aktivasyon enerjisi, kapalı bir kütle olan devletin potansiyel enerjisinden çok daha yüksektir. Karanlıkta nereden geleceği belli olmayan bir taş, aydınlıkta yuvarlanan bir kayadan çok daha endişe vericidir. Ancak bilinmelidir ki, akışkan bir kitleyi oluşturan muhalif iradelerin, demokratik, yatay ve dayanışmacı birliktelikleri, yani amaçlı örgütlülükleri, varoluş ve direniş alanları yaratmak yolunda olmazsa olmaz koşuldur. Bu bağlamda, Gezi Eylemleri ile başlayan refleksif kolektivitenin Birleşik Haziran Hareketi’ ne ve Haziran Meclisleri’ ne evrilmesi hayati öneme sahiptir.

“Siyasi otorite” tarafından tasarlanan, içerden ve dışarıdan kontrol edilebilen alanlar, yani devletin at koşturduğu bütün bir koordinat sistemi, bu durumun farkında oldukları halde çözüm geliştirmeyenler için atalete ve karamsarlığa neden olmaktadır. Devletin ontolojik açıdan nüfuz edemediği ara yüzler, alternatif zeminler ise, sayısız yönde harekete ve eylem biçimine olanak tanımalarından ötürü çoşku ve umut mekanlarıdır. Sokak o zeminlerin başında gelir. Kaldı ki, gerçek ya da sanal, yaşamın tüm katmanları(iş yerleri, kurumlar, kitle örgütleri, okullar, kafeler, evler, yazılı ve görsel medya, kültürel mekanlar, fabrikalar, sosyal medya, muhtelif siteler, bloglar, vb.) benzer potansiyele sahiptirler. “Siyasi otoritenin” resmi temsilcileri ve onlara biat eden “sivil” aktörler, sokağın yüzünü mütemadiyen devlete döndürmeye çalışsalar da, yüzün ardındaki zemin, özgür karşılaşmalara, kurucu kesişmelere, pozitif buluşmalara, organik dokulara dönüşme potansiyeline sahip sosyalleşmelere, türlü politik oluşlara yataklık eder. Sokağı ‘resmi ve sivil’ işbirlikçi kafalara bırakmak, kolektif iradenin tükenişinin başlangıcıdır.