İnsanın kalıcı değerler üretme yeteneği en çok da aşk ve dostluk ilişkileriyle sınanır. Oysa hem tüketim kültürü hem de köklü bir veba olan patriarka; menfi olmayan, özgür ve spontan beraberlikleri engeller.

Ankara, değişme isteği ve Toz

ULAŞ BAGER ALDEMİR

bell hooks’a…
“Mazi kalbimde bir yaradır”

Pandemi başladığından beri Ankara’yı düşlüyorum. Çünkü o mülevves tecrit günleri, bizi en çok da kentten uzaklaştırdı.

İnsanın bir kentte hatıraları varsa, insan o kentin sokaklarına karşı borçludur. Üstelik söz konusu olan kent Ankara’ysa, bu durum daha da ciddileşir. Zira Ankara için geçmiş zaman özlemi bir çeşit dünya görüşüdür. Belki de bu yüzden, Ankara’nın güzellikleri dolayımlı ve anlaşılması için özen gösterilmesi gereken güzelliklerdir. Bu kent görünmez, daha ziyade sezilir.

Bir zamanlar duygusu, “hayatı kasten daraltmaya” çalışanlar için bir çeşit rutindir ve hatırlamak, “iki başına yürüyen”lerin “kendi içlerine sürüklenmeleri”nden ibarettir. “Yerleşik yabancı”, hatırlayarak dünyayı önlemiş olur. Ben de Ankarayı böyle yaşıyorum, hayatımı ve kenti kasten daraltarak. Neredeyse her gün Kuğulu Park’tan geçer, her gün aynı sokakta yarım elma yerim. Her şey eskidikçe güzelleşir çünkü. Hatırayla aynı tadı veren diğer değerlerse hiç kuşkusuz ki felsefe, sanat ve aşktır yalnızca. Bunların olmadığı bir dünya beş para etmez.

Ankara da böyledir biraz: “Bu kentte insan ya âşık olur ya şair…” Oysa “Sokaklar öleli çok oldu” demişti geçenlerde, “yağmurlu günlere yakışan” biri ve eklemişti: “Yol kenarındaki Dost Kitabevi kapanınca Tunalı da bitti zaten.” Evet, Ankara’nın artık sadece bir hatıra olduğu hepimizin malumu ama pandemi, bizi sokağın bir nostaljiye dönüştürülmesi olanağından bile mahrum etti ve her şey piyasa tarafından gitgide değersizleştirildiği için kent daha da çirkinleşti.

“KAÇ KİŞİYİZ SAVUNAN SEVDAYI?”

Özgürlük sandıkları bir kolej anarşizminin gereği olarak bütün kalıcı değerleri reddeden tip”leri oldum olası anlayamamışımdır. Çünkü yaşamak; emek ve sadakat isteyen bir uğraşıdır. Her şeyi bir bir tüketerek yaşayanlar, bir zaman sonra kendilerini de tüketmeye başlarlar. İşte 21. Yüzyıl’ın ikinci çeyreğine doğru insanlığı tehdit eden asıl veba tam da budur. Marx’ın Manifesto’da, kapitalizmin bütün eski ve “feodal” değerleri nasıl da silip süpürdüğünü romantik bir tepkiyle anlattığı satırları hatırlayalım ya da Adorno’nun Minima Moralia’daki o eşsiz tespitlerini: “Yaşlı kuşağın eskimiş, tutarsız, güvensiz düşünceleri bile, sonrakilerin parıltılı budalalığından daha verimli bir diyalog zemini sunar bize.”

İnsanın kalıcı değerler üretme yeteneği en çok da aşk ve dostluk ilişkileriyle sınanır. Oysa hem tüketim kültürü hem de köklü bir veba olan patriarka; menfi olmayan, özgür ve spontan beraberlikleri engeller.

Ankara’daki bir şuara meclisinde, bir dostumun hediye ettiği Değişme İsteği: Erkekler, Erkeklik ve Sevgi adlı kitap, maçoluğun en temelde bir sevememe hâli olduğunu bana yeniden hatırlattı. Kitabın yazarı olan bell hooks’u daha önce hiç okumamıştım ve ne yazık ki, ırkçılık karşıtı, feminist bir düşünür olan bell hooks, 15 Aralık’ta hayatını kaybetti. Henüz kitaba tam olarak nüfuz edememiş olsam da maşizmin anonim bir ruh hâli olduğuna dair vurgular ve kendilerini sadece cinselliğe indirgemiş, sevgiden yoksun erkekler hakkındaki psikanalitik tespitler oldukça çarpıcı. Gelgelelim bell hooks’un en önemli yaklaşımları “iktidarsızlık metafiziği”yle ilgili. Patriarka, bütün bedenlere gender’ı yazar ve iktidarın dışında bir ilişki kurma tarzını bilmedikleri için toplumsal cinsiyet rejiminin birinci dereceden hedefi olan kadınlar da bazen iktidarsızlık karşısında bocalarlar. “Feminizmin değiştirdiği erkeğin, içten içe kendisinin maço muadilini arzulayan güçlü kadınlar tarafından posası çıkarılmış bir pısırık olarak sunulması”na dair hooks’un yaptığı vurgu harikadır. Fakat yine de patriarkanın her yerde vuku bulduğunu söylerken, kadınların son kertede “pısırık” erkeklerden bile daha avantajsız olduklarını unutmamak, yani eleştirinin konjonktürel değerini göz ardı etmemek gerekir.

KOSTÜMLÜ ERKEKLİK

Popüler kültür, sanatı bir endüstriye dönüştürdü. Marx’tan Benjamin’e, Frankfurt Okulu’ndan Donald Kuspit’e birçok ekol ve düşünür, bu duruma parmak basmışlardır kuşkusuz. Gelgelelim özellikle “sahne”yle endüstri arasındaki ilişki çok daha “sıkı”dır. Yüzyılımız bir görüntü yüzyılıdır çünkü ve Baudrillard’ın da sıklıkla belirttiği gibi kitleler artık anlam değil gösteri dilenmektedirler.

Popülist kuşatma altında hem piyasada var olabilen hem de sanatın kendi ölçütlerine uygun işler ortaya koyabilenlerin sayısı oldukça az. Ama örneğin Beatles ve Pink Floyd gibi “ünlü” grupların, Anna Karina ya da geçenlerde kaybettiğimiz Belmondo gibi “star”ların olduğunu da unutmamak gerekir.

Zerrin Tekindor da tıpkı böyle bir isim. Hem ekranda “parlamış” hem de tiyatrodan vazgeçmemiş bir sanatçı… Tekindor’un tek kişilik yeni oyununu, yağmurlu bir İstanbul akşamında izledim. Toz adlı bu temsil; İstanbul’un 60’lardan günümüze değin yaşadığı altüst oluşlar ile beton, şantiye ve plaza kültürünü birer leitmotif olarak işleyen, Tekindor’un birçok karakteri canlandırdığı çarpıcı bir toplumsal cinsiyet eleştirisiydi.

Handan’ın küçüklüğünden itibaren yaşadıkları, modern patriarkayı yeniden düşünmeme vesile oldu. Feodal ahlak, riyayı barındırsa da kadına yaklaşırken çoğunlukla “dürüst”tü. Şiddeti ve iktidarı belli bir noktaya kadar örtbas etmeye yeltenmeyen geleneksel erkek, tam tersine, toplumsal cinsiyet rejimini göğsünü gere gere savunuyordu. Modern patriyarka ise erkekliğe kostüm biçerek şiddeti saklı kılmıştır. Örneğin Handan’ın “ünsüz bir avukat” olan ve eşine şiddet uygulayan babası, çocuğunun güzel öğretmeni karşısında “Aman efendim”lerle konuşan bir “beyefendi”ye dönüşür yahut kızını istemeye geldiklerinde, müstakbel damadına Her şeyin başı saygı,” diyerek öğüt verir. Gelgelelim Handan’ın evlendiği, “Aytaç Arman’a benzeyen, yakışıklı ve kibar çocuk” da günü geldiğinde bir “adam”a dönüşecek ve ona şiddet uygulayacaktır.

“Ünsüz avukat”ın eşine şiddet uyguladığı günlerden birinde sokağa çıkma yasağı vardır. Şiddeti gören bir polisin bu duruma müdahale etmemesi ya da Handan’ın şiddete uğradığı gün televizyonda emir veren biri”nin olması, “erkeklik”le militarizm arasındaki bağlara dair örtük bir işarettir. Öte yandan Handan’ın “alkolik” halası, her ne kadar Handan’ı “meşru bir havalandırma alanı”na çıkardıysa da eril pazarlığı kabul etmiştir. Annenin, “ünsüz avukat” öldükten sonra Handan’a “Babanın mezarına git yavrum,” demesi de bir çeşit eril pazarlıktır kuşkusuz ama bu durum erkekler tarafından biyografisi elinden alınmış kadınların kendi tarihlerini temize çekme istekleriyle de ilgilidir ve her şeyden önce trajiktir. Dolayısıyla eleştiri, anlama çabasını da ihmal etmemelidir…