Enflasyon, hayat pahalılığı, işsizlik, artan borçlar, hızla değer kaybeden Türk Lirası. Ekonomik kriz çoktan seçim gündeminin başrolünde.


Sonuçta çiftçi mutsuz, mülksüzleşme kapıyı çalmış, sahip olduğu topraklar ipotekli, sat sat malın, mülkün sonu görünüyor artık. İşçi mutsuz. Çalışma saatleri uzun, ücretler geçinmeye yetmiyor. Meslek hastalıkları, iş cinayetleri insanları sağlığından, canından ediyor. Taşeron işçisi de mutsuz, yıllardır söylenen kadro şarkıları, acı bir türküye dönmüş durumda. Üniversite mezunu genç, geçici işlerle avunmaya çalışıyor. İş arayan milyonlar, iş bulamıyor.
Devlet tüm kurumları ile mevcut siyasal iktidarın önünü açtığı, sonra kavga edip tasfiye ettiği, dini referanslarla hareket eden paralel bir örgütün eli ile çökertilmiş. Sermaye egemenliği bu yolla pekiştirilmiş.

Ve nihayetinde IMF’nin acı reçetelerini halka içeren, özelleştirmelerle, kamu hizmetlerinin tasfiyesi ile, ormanları, kıyıları yağmaya açarak, yüksek vergilerle, borcu hane halklarına yayarak ayakta kalan AKP hükümetleri, şimdi hızla borçlanarak, sıcak ve zaman zaman kaynağı belirsiz girdilere dayalı olarak inşa ettiği, üretime dayanmayan rejimin çatırtılarını hepimize dinletiyor.

Emekçilerin vergisi, işsizin parası; siyaseti “iş adamlarının önünü açmak”, “küresel sermayeye güvenli bir liman olmak” olarak gören, ama siyasetle ekonomiyi birbirinden ayırmak gerektiğine inanmış çelişkilerle dolu bir anlayışın elinde.
Bu süreçte Cumhurbaşkanlığı sistemi ile iş dünyasının pehlivanları da kabinede halka hizmet için görev alacakmış.
Bir de bu yerlilik ve millilik meselesi var.

Muhafazakâr cenah bu konuda birbiri ile rekabet halinde. Bir yandan tüm kaynakları yabancı sermayeye altın tepside sunacaksın, diğer yandan bu ülkenin işçisini, memurunu, emeklisini, öğrencisini, farklı kimliklerini, millilik ve yerlilik testine sokacaksın, millilik ve yerlilik adı altında başka ülkelerin topraklarına, başka devletlerin icazeti ile seferler düzenleyeceksin.

Ancak açık olan bir şey var; yerli ve milli soslu muhafazakârlık ile küresel sermayenin evliliği, muhafazakârlığı çözüyor. Yerli ve millilik maskesi eriyor. Tıpkı Komünist Manifesto’da dediği gibi:

“İktidara geldiği her yerde burjuvazi, tüm feodal, babaerkil, kırsal ilişkileri darmadağın etmiştir. İnsanları doğal efendilerine düğümleyen cicili bicili feodal kordonları acımasızca koparıp atmış ve insan ile insan arasında kupkuru çıkar dışında, duygusuz “nakit ödeme” dışında, hiçbir bağ bırakmamıştır. Dindar esrikliğin kutsal ürpertilerini de, şövalyece yüksek heyecanları da, dar kafalı burjuva duygusallığını da bencil hesapçılığın buz gibi suyunda boğmuştur. Kişisel saygınlığı değişim değerine indirgemiş, sayısız belgeli ve kazanılmış özgürlüklerin tümünün yerine tek bir özgürlüğü, vicdansız ticaret özgürlüğünü koymuştur. Kısacası burjuvazi, dinsel ve siyasal gözbağlarıyla üstü örtülü sömürünün yerine, apaçık, utanmaz, dolaysız, çıplak sömürüyü geçirmiştir.”

Bugün artık ülkemizde de çıplak hale gelmiş bu sömürüye karşı nasıl bir programla cevap vermek gerekiyor? Bütün mesele burada kilitleniyor. Sosyalist solun bu konuda yeterli bir ses veremediği açık. Tartışma sistem tartışmasının dışında, vaatler yarışına dönmüş durumda. Oysa örgütlü karanlığın karşısına, en azından, bu karanlığın önünü açan ortaklarını da deşifre edecek bir hat ile çıkılabilirdi. Gelmekte olanı konuşmaya, düşünmeye ve anlamaya başladığımızda, Nazım gibi onun bahtiyarlığını duyumsayacağımız zamanlar da gelecektir.

“Annelerin ninnilerinden/spikerin okuduğu habere kadar, /yürekte, kitapta ve sokakta yenebilmek yalanı/anlamak, sevgilim, o, bir müthiş bahtiyarlık, /anlamak gideni ve gelmekte olanı.”