1930’larda çıkan Holivut adlı sinema dergisinin bir nüshasında şu ifadeyle karşılaştım: “Amerika ve Avrupa matbuatını tetkikatımız neticesinde bu memleketlerde halkın ve bilhassa çocukların ilmî ve harsî seviyelerini yükseltmek için esaslı bir program dahilinde pek mükemmel terbiyevi, sıhhi filimler yapılmakda olduğunu görüyoruz. Memleketimizin bu gibi istifadeli filimlerden müstağni olduğunu hiç bir veçhle iddia edemeyiz. ...Amerikanın resmi teşkilatı tarafından yapılan bu hars filimlerinden başka muhtelif şirketlerde spora, sanayie, ticarete, seyahate velhasıl muhtelif sınıflara ve ilimlere fenlere dair her sene yüzlerce filim imal edilmektedir.” (“Türkiye’de niçin terbiyevi filmler gösterilmez?”, Holivut, 8 Şubat 1932)

John Grierson’ın bir Flaherty filmini (Moana, 1926) çözümlerken kullandığı ‘documentary’ (belgesel) sözcüğünün henüz yaygınlaşmadığı bir dönemde yazılmış yazıda belgesel sinemadan söz edildiğini anlamak kolay, çünkü son 100 yıldır başat kültürel asgari müştereklerimizden olan sinemanın oluşturduğu ve ister istemez hepimizin kullandığı bir ‘ortak kavramlar dizgesi’ var.

Mesele burada başlıyor işte; nispeten yeni, bazı durumlarda ‘olmasa da olabilecek’ kavramsal olgular konusunda anlaşmazlığa düşmezken insan uygarlığını oluşturan çok temel ve hayati kavramlarda bizi birbirimize bağlayan ortak anlam ilişkilerini yitirmişiz gibi görünüyor: Zalim, mazlum, katil, maktul, suçlu, masum, iyi insan, kötü insan, vicdan... İçeriği insanlığın ortak mirasıyla oluşturulmuş bu kavramlar artık aynı ülkenin yurttaşları için bile aynı anlamları taşımıyor.
Oysa insanı basitçe ‘iyi’ ya da ‘kötü’ yapan şeyler vardır ve retorik konusu olabilecek istisnalar hariç bunlar insandan insana değişmez: Öldürmek ‘kötü’, yaşatmak ‘iyi’dir mesela... Elindeki gücü pervasızca kullanıp acımasızca başkalarının canını yakan kişiye ‘zalim’, onun zulmettiği kişiye ‘mazlum’ denir. Böyle bir durumla karşılaştığınızda ‘zalim’in mi yoksa ‘mazlum’un mu yanında olacağınızı belirleyen unsur ‘vicdan’dır. ‘Mazlum’un yanındaysanız ‘vicdanlı’ ve ‘iyi’ bir insansınızdır, ‘zalim’in yanında yer alır ve onu ‘mazlum’ gibi göstermeye çalışırsanız sizi en iyi tanımlayacak kavramlar ‘vicdansız’ ve ‘kötü’ olacaktır.

Mesela yeşillik konusunda pek de şanslı olmayan bir kentin merkezindeki parkı AVM yapmak üzere birilerine peşkeş çekmek ‘kötü’, o ağaçları korumak ‘iyi’ bir şeydir. Ağaçları ve onların sembolize ettiği şeyleri koruyanlara mümkün olan en büyük zararı verme amacıyla güç uygulatan, uygulayan ve bunun sonucunda can alanlar ‘katil’dir; Ali İsmail Korkmaz, Ethem Sarısülük, Abdullah Cömert, Mehmet Ayvalıtaş, Medeni Yıldırım, Ahmet Atakan, Mehmet İstif ise ‘maktul’dür. Berkin Elvan çocuk, ‘masum’, ‘iyi’, ‘mazlum’ ve ‘maktul’dür; bir çocuğun devlet terörüyle öldürülmesini sağlayan, savunan, bunu miting meydanlarında “Yuuuh!” sesleri eşliğinde halkı kışkırtma malzemesi olarak kullanansa ‘suçlu’, ‘zalim’, ‘kötü’ ve ‘katil’dir. Bu kavramlar benden ve sizden bağımsız biçimde, ortak insanlık birikimiyle bu şekilde kurulmuştur. Söz konusu anlam dizgelerini bu şekilde kullanmıyorsanız ya bu kavramları bilmiyor ya da belli nedenlerle bilmezden geliyorsunuz demektir –ilkinde aklınız, ikincisinde yüreğinizle ilgili sorunlar söz konusudur... ‘Zalim’in, ‘kötü’nün, ‘katil’in yanında yer almak da insan olmanın bir parçası tabii, ama bunu yaparken fazladan bir de ‘kavram katliamı’na girişirseniz, hiçbiri olmasanız ‘anlamsız bir maskara’ olursunuz.

Biliyor musunuz, belgesel film kavramı üzerinde uzlaşamasak, hatta dünya tarihinde hiç belgesel olmasa bile olurdu; sadece şu yukarıdaki kavramlar üzerinde uzlaşan, ‘zalim’le ‘mazlum’u birbirinden ayırt edebilen basit, sıradan insanlar olabilseydik keşke...
(Bu arada bu olay, Yavuz Bingöl Sanat Sokağı’nın isminin önce DEÜ-GSF öğrencileri (Mart 2014) sonra da Narlıdere Dayanışması (Temmuz 2014) tarafından Berkin Elvan Sokak olarak değiştirilmesindeki müthiş tarihsel isabeti bir kez daha göstermiş oldu.)