Anlatabilmek seni

LATİFE METLİ TÜRKYILMAZ


ANLATABİLMAK SENİ

Seni, anlatabilmek seni.

İyi çocuklara, kahramanlara.

Seni anlatabilmek seni,

Namussuza, halden bilmez,

Kahpe yalana.

Ard - arda kaç zemheri,

Kurt uyur, kuş uyur, zindan uyurdu.

Dışarda gürül - gürül akan bir dünya...

Bir ben uyumadım,

Kaç leylim bahar,

Hasretinden prangalar eskittim.

Saçlarına kan gülleri takayım,

Bir o yana

Bir bu yana...

Bu yazıyı hazırlarken hüzün oturdu yüreğime. Onu tanıyor olmanın ağırlığı. Karşılıklı yapılmış bir söyleşi olsaydı, kolaydı, kendisi düzeltirdi. Keşke şimdi burada olsa neler neler sorardım ona… Yokluğunda onu anlatmak olur şey değil. Hüzün filan ne kelime, duysa bana kızardı. Erken gidişine hâlâ çok kırgınım. Umutsuz olduğum bir anda, “umutsuzluk da neymiş güzel çocuğum” diyecek hiç kabul etmeyecekti. “Umutsuzluk yasak”tır onun kitabında. Kitabın ilk baskılarından birinde Veysel Öngören’le yaptığı konuşmada söylüyor ki:

“ umutsuzluğa düşmek ise bir devrimciye yasaktır.

…….Çünkü devrimcinin kendisi, insanlığın yarını ve umududur. Bir kural, bir ilkedir bu. Namussuzluğun, alçaklığın egemen olmadığı, soylu, güzel ve onurlu bir dünya, bu temel ilke üzerinde kurulur.”

“…..Biz ki yarınıyız halkın,

Umudu, yüz akıyız,

Hıncı, namusu.

Şafakları,

Taa şafakları

Hey canım,

Kalbim, dinamit kuyusu...”

Ahmed Arif’in adını ilk kez yurt odasında, arkadaşımın masasında, yeni çıkmış olan “Hasretinden Prangalar Eskittim” adındaki şiir kitabında görmüştüm. Kitap elden ele dolaşırken, şiirlere hayran kalmıştık. Sonraki yıllarda o kitaptaki şiirleri tekrar tekrar okuyacak ve her seferinde çok farklı anlamlar bulacaktım.1974’de erkek arkadaşım, sonra eşim Oğuz beni bir gün “bak seni kiminle tanıştıracağım” diyerek, Rüzgarlı Sokak’a götürmüştü. Orada Yeni Halkçı gazetesinde Dış Politika sayfasını hazırlıyordu. Vietnam’da devrimci güçlerin direnişi başarıya ulaşıyordu. İşgalci Amerikan ordusuna karşı devrimcilere cesaret veren yazılarını takip ediyorduk.

Bizi bir gün evine davet etmişti. O vakit Bahçelievler’de bir çatı katında otururlardı. Eşi Aynur abla, Filinta iki-üç yaşlarında filan olmalı, yatağının üstünde zıplayıp durur ele avuca sığmazdı. Sarı saçları ve bembeyaz cildiyle çok güzel bir çocuk, renklerini Aynur ablamdan almış. Şimdilerde saçları döküldükçe onu Ahmed Ağabeyime benzetir oldum. Velhasıl onları tanımak anlatılmaz bir mutluluk ve ayrıcalık oldu benim için. O günlerde başlayan dostluk ve aile sıcaklığı hep sürdü aramızda. Dilim söylemeye varmıyor ama ansızın gidişiyle dünya başıma yıkılmıştı. Bir ağabey gibi, hatta canım babam gibi huylarıyla ve çocuklarımın Ahmed dedesi olmasıyla da baba-kız gibiydik. Aynur Ablam dersen apayrı bir güzellikti hayatımda, Filinta’nın çocukluğu, ilk çocuğumuzun doğumu aynı ailenin sevinciydi. Evimize gelirler dünyalar benim olur. Uzun uzun gülmeler, konuşmalar bir başka tad verirdi. Hamile olduğumu duyar duymaz çıkageldi, elinde bir kesekağıdı ceviz içi, bak çocuğum bu sana güç verir, her gün bundan yemen lazım, ben sana en iyi yerden alır yine getiririm, tamam mı güzel çocuğum, demişti.

Sabahları baba oğul yürüyüşe çıkarlar, bizim evin önüne geldiklerinde aşağıdan bana seslenirlerdi. Filinta on, onbir yaşında olmalı, Aynur Ablam daha emekli olmamıştı. Filinta’ya dedim ki diye başlardı söze:

- Haydi çocuğum ablanı bir yoklayalım, onun bol bol yürüyüş yapması lazım. Böylece beni yürümeye özendirirdi. Birlikte uzun uzun yürür sohbet ederdik. Hava güzelse her gün yürürdük, Botanik parkı, Basın sitesi civarında arada kalan küçük, eski, güzel evler, çiçekli yeşillik bahçeler görürdük.

DİYARBAKIR…

“1927 Nisan’ında, yazlık ve kışlık odaları, avlusu bahçesiyle tipik bir Diyarbakır evinde doğmuş..”

Bir gün bana:

-Çocuğum benim anam, öz anam değildi… diyor, öz anam Sare ben küçükken ölmüş.

Donup kalmıştım, çocukken annesini kaybetmek düşüncesi bile, beni her vakit çok üzerdi.

- Beni büyüten, yedirip içiren, eğiten Arife Anamdır. Babam, Kerküklü Arif Hikmet. Babamın babası Rumeli’den göçmüş. Babam nahiye müdürüydü. Üçüne de laf söyletmem. Bir keresinde, nezarethanede polis, anama babama sövdü, aynı dille karşılık verdim ona!

Şimdilerde evde ablası Sabriye ile ve öz annesiyle bir fotoğrafı var, sonradan bulunmuş. O fotoğrafa bakınca tahminen iki üç yaşlarında görünüyor.

İlkokulu Diyarbakır Siverek’de, ortaokulu da Urfa’da, liseyi ise yatılı olarak, Afyon Lisesinde okur. 1943’de daha 16 yaşına iken Seçme Şiirler Dergisinde bir şiiri yayınlanmış, üstelik dedesi olacak yaştaki Neyzen Tevfik’le aynı sayfada.

EVDE BİR AYRI GÜZELLİK…

Tanışmamızdan sonraki yıllarda çok sık görüşürdük, o eve baba evimiz gibi giderdik Oğuz’la. Evde bir başka güzellik olurdu. Aynur Ablam billur gülüşüyle karşılar insanın hemen kalbini fethederdi. Aynur ablam, yumuşak huylu, iyi kalplidir. Söz söylememişse kırmamak için, yoksa her sözü bellidir, açıkçadır. İçeride kalıp işkence görenler bilirler, insanın bir yanı acılı ve yaralıdır. Hep bunu düşünürdüm. İşte o Aynur ki o ağır cezaevi günlerinden, işkencelerden geçmiş, hırpalanmış yara almış Ahmed Arif’i sağaltıp iyi edendir. Ona öyle iyi gelmiş ki, duyduğu güveni ve rahatlığı her halinde ve konuşmasında hissederdim. Evin o şiirsi canlılığı ve ışığını oluşturan bu parıltı, bazen Ahmet Ağabeyimin konuşmasında, bazen Aynur ablamın gülüşündedir.

Birçok badireler atlatmış. Dünya görüşünün, devrimci olmanın, halkına duyduğu sevdasının, şiirinin bedelini cezaevlerinde zindanlarda, hainliklerde ödemiş. Nice zoru aşmış da gelmiş o yüreği yaralı şairi sevgisiyle sarıp sarmalar Aynur. Filinta, odaya girdi mi ikisinin de gözleri ayrı ışıldar. En güzel sözleri duymalar Filinta’yı hiç şımartmaz. Sevgi ve ilgiye doymuş sakin bir çocuktur. Sevgi gözlerinde, duru berrak yüzünde adeta parıldar.

İLLE KIRMIZI GÜL…

Dostluk derinleştikle anılar gelir bir bir. Altmışlı yılların ortası, ailesi Ahmed Arif’in artık evlenmesi gerekir der durur. Kızkardeşi ve eniştesinin çalıştığı bankada çok uygun bir aday vardır. Hep birlikte gidilen “Tahta Çanaklar” adlı tiyatro oyununda bakışları Aynur Ablama kitlenen Ahmet Ağabey kararını vermiştir.

Aynur Ablayı ailesinden istemek için gidecekleri gündür. Şansa bakın, her yer kar içindedir. Ankara’da hiç kırmızı gül yoktur. İlle kırmızı gül olmalıdır. Ahmet Ağabey için imkansız yoktur. Ulus Şehir Çarşısında Ankara’nın en ünlü çiçekçisi Sabuncakis vardır ya. Çareyi o bulur. İstanbul’dan uçakla getirtir kırmızı gülleri. Ahmet Ağabey benim kırmızı gül ile serüvenim çocuğum işte böyle diye anlatmıştı. Bir sepet kırmızı gül ile çikolata alınır ve kız evine, kız istemeye giderler.

Serüven sürer. Nişanlılık günlerinde, aralıksız her akşamüstü bankanın önündedir Ahmet. Elinde bir kırmızı gül. Her gün, yağmur, soğuk, sıcak dinlemez elinde bir kırmızı gülle bankanın önünde Aynur’u bekler. Bir süre sonra evlenirler, 1972 yılında Filinta doğar, hayatın en eşsiz armağanı.

FİLİNTA

Ne vakit gitsem, evde hep bir Filinta rüzgarı eserdi. Filinta’nın okulu, Filinta’nın yaptıkları. Sevgi içinde, güven içinde, ışıltılı, güleryüzlü bir çocuktu.

Baba kalbi, oğlunun matematiği mükemmel, iyi bir mühendis olsun rahat etsin, çile çekmesin isterdi. Oysa evin o büyülü sanat ruhu Filinta’yı da sarmasın, mümkün mü… O şiirler ki insanı alır dünyanın bir ucuna götürür, getirir. Hep “Karanfil Sokağı” aklımdan geçer. İnsanın gözleri önünde geniş ufuklar açan, kendi vatanından başka kıtalara, iklimlere, Pierre Curie’ye ve Lorca’ya uzanan.

“Tekmil ufuklar kışladı

Dört yön, onaltı rüzgar

Ve yedi iklim beş kıta

Kar altındadır.

Kavuşmak ilmindeyiz bütün fasıllar

Ray, asfalt, şose, makadam

Benim sarp yolum, patikam

Toros, Anti-toros ve asi Fırat

Tütün, pamuk, buğday ovaları, çeltikler

Vatanım boylu boyunca

Kar altındadır.

Döğüşenler de var bu havalarda

……………………………………………………

Şarkılar bilirim çığ tutmuş

Resimler, heykeller, destanlar

Usta ellerin yapısı

Kolsuz,yarı çıplak Venüs

Trans-nonain sokağı

Garcia Lorca'nın mezarı,

Ve gözbebekleri Pierre Curie'nin

Kar altındadır.”

Ahmet Ağabey, bir gün benimle dertleşir gibi konuyu açmıştı;

“çocuğum ben ki bir şairim lâkin, böyle bir yeteneğini oğlumun nasıl anlamadım…” demişti. Sevinçliydi, oğluyla gururlanıyordu. Filinta, kendi yolunu çizmiş ve Hacettepe Güzel Sanatlar Fakültesi Heykel bölümünde eğitimine başlamıştı. Zaman geçer, Filinta’nın mezuniyetini göremez…

Filinta şimdi eşi Natalie ile yaşadıkları büyük bir atölye evde sürdürüyor çalışmalarını, Natalie yaşamın bir güzel rastlantısıdır belki de. Kültür kültürü çekmiştir bilinmez ki, o da Tolstoy’un torunudur.

Oğuz’la evlendiğimiz gün Ahmed Arif nikahımıza gelmiş. Görüverince sevinçten uçmuştum. Elindeki tek bir kırmızı gülü bana getirmişti. Ben o kırmızı gülü kurutup, evde yıllarca saklamıştım. 12 Eylül karanlığında evimiz basılıp da, kitaplar yerlere atıldığında kırılmıştı o gül.

Açar, Kan kırmızı yediverenler

Ve kar yağar bir yandan,

Savrulur Karacadağ,

Savrulur zozan...

Bak, bıyığım buz tuttu,

Üşüyorum da

Zemheri de uzadıkça uzadı,

Seni, baharmışın gibi düşünüyorum,

Seni, Diyarbekir gibi,

Nelere, nelere baskın gelmez ki

Seni düşünmenin tadı...

ŞİİRİNDEKİ DERİNLİK…

Ahmed Ağabeyi anlatabilmek çok zor, huyunu, sevdiği sevmediği çoğu şeyi bilirdim. Şiirlerini sevenleri zaten hatmetmiştir nasıl anlatayım, şiiri üstüne söz mü var söylenecek? Her biri derinlikleri, incelikleri, evreni çağrıştırır. “Anadolu” Şiir’inde sanki uzun bir roman yazmıştır. Bir dünya, tarihin başından bugüne bir romandır adeta:

Beşikler vermişim Nuh'a

Salıncaklar, hamaklar,

Havva Ana'n dünkü çocuk sayılır,

Anadoluyum ben,

Tanıyor musun ?

Utanırım,

Utanırım fıkaralıktan,

Ele, güne karşı çıplak...

Üşür fidelerim,

Harmanım kesat.

Kardeşliğin, çalışmanın,

Beraberliğin,

Atom güllerinin katmer açtığı,

Şairlerin, bilginlerin dünyalarında,

Kalmışım bir başıma,

Bir başıma ve uzak.

Biliyor musun ?

Binlerce yıl sağılmışım,

Korkunç atlılarıyla parçalamışlar

Nazlı, seher-sabah uykularımı

Hükümdarlar, saldırganlar, haydutlar,

Haraç salmışlar üstüme.

Ne İskender takmışım,

Ne Sultan Murat.

Göçüp gitmişler, gölgesiz!

Selam etmişim dostuma

Ve dayatmışım...

Görüyor musun ?

Nasıl severim bir bilsen.

Köroğlunu,

Karayılanı,

Meçhul Askeri...

Sonra Pir Sultanı ve Bedrettini.

Sonra kalem yazmaz,

Bir nice sevda...

Bir bilsen,

Onlar beni nasıl severdi.

Bir bilsen, Urfa'da kurşun atanı

Minareden, barikattan,

Selvi dalından,

Ölüme nasıl gülerdi.

Bilmeni mutlak isterim,

Duyuyor musun ?

Öyle yıkma kendini,

Öyle mahzun, öyle garip...

Nerede olursan ol,

İçerde, dışarda, derste, sırada,

Yürü üstüne - üstüne,

Tükür yüzüne celladın,

Fırsatçının, fesatçının, hayının...

Dayan kitap ile

Dayan iş ile.

Tırnak ile, diş ile,

Umut ile, sevda ile, düş ile

Dayan rüsva etme beni.

Gör, nasıl yeniden yaratılırım,

Namuslu, genç ellerinle.

Kızlarım,

Oğullarım var gelecekte,

Herbiri vazgeçilmez cihan parçası.

Kaç bin yıllık hasretimin koncası,

Gözlerinden,

Gözlerinden öperim,

Bir umudum sende,

Anlıyor musun ?

Şiirinin nasıl böyle dupduru bir dil güzelliğinde olduğunu nasıl bir özenle ortaya çıktığını onu tanıdıkça öğrenmiştim. Aklında dizeler olurdu, yazmazdı bir köşeye. “Aklındakileri yazsan, yeri belli olsun” dedik mi, “aklımda hepsi çocuğum, şimdilik öyle kalsın, damıtılsın, olgunlaşsın” derdi. Onun en gündelik konuşmaları bile şiir gibiydi. Bu konuşmalardaki müziği sadece onu yakından tanıyanlar bilirdi. Sıcak, ince sözcükleriyle yakınında olanları, sevdiği insanları da adeta güzelleştirir, yüceltirdi.

Yeğenim ilkokulda, monoton kahramanlık şiirlerinden bıkmış olmalı. Bir gün, şiir ezberlemeye çalışıyor, oflaya puflaya. Ödev verilmiş. “Dur sana bir şiir okuyum” diyerek Anadolu’yu okumuştum. “Ne kadar güzel!” diye bir çığlık atmıştı. On yaşında bir çocuk o şiirdeki müziği hissetmişti.

EVDEKİ ŞAİR…

Ben onun gündelik söz inceliklerini “şunu ye çocuğum, iyi gelir” demesini, Filinta’ya hep “güzel çocuğum” diye seslenmesini, “söyle ne istersin yapayım” demesini, gel çocuğum diye başladığı konuşmalarını, o konuşmalardaki sıcaklığı anlatabilsem. Tanıyanlar bilirdi. İnce ince sözcükleri seçmesinde ayrı bir hüner vardı.

Kızımın doğumuna az bir zaman kalmıştı, bir gün bana diyor ki; “Sen burada kal çocuğum, eve gitme şimdi artık ta beşinci kata nasıl çıkıyorsun bu halde? Doğuma kadar artık bizde kal, Aynur sana bakar.” Aynur’a duyduğu güven bir başka, Aynur sanki bir tanrıçadır hiç yorulmaz, her problemi çözer, her derde çare bulur…

Yine bir gün Aynur ablamla mutfaktayız:

- Taze tarhana yaptım sana da vereceğim. “

Diyor, eline bir kavanoz alıp, tertemiz bez kese içinden benim için doldurmaya başlıyor. Ahmed Abi geliverip hemen söze karışmıştı:

- O ne öyle çocuğa bu kadarcık mı veriyorsun? Ver hepsini sen yine yaparsın.

Sonra kocaman keseyi aldığı gibi elime tutuşturuyor. Aynur ablamla birbirimize bakıp önce bir kaldık öylece, benim elimde tarhana kesesi onun elinde yarısı dolu kavanozla komik halimize başladık kahkahalarla gülmeye.

ÜNİVERSİTE DÖNEMİ

“1947 yılı sonbaharında, yüksek öğrenim için Ankara’ya gider, Dil ve Tarih, Coğrafya, Felsefe Bölümüne kaydını yaptırır. Bir süre sonra Merkez Bankası’nda işe başlar. 1951 yılı Ekim tevkifatı’nda” gözaltına alınır. Ankara’da başlayan ağır işkence daha sonra nakledildiği İstanbul’da Sansaryan Han’da da haftalarca sürer. Tutuklanır 1954 sonbaharına kadar mahpusluk sürer. Okula bir daha dönmez.

BİR ANIYA, BİR ŞİİR…

Bir gün ona bir cezaevi anımı anlatmıştım. Nasıl iki jandarma arasında Mevki Hastahanesine götürmüşler beni. Gören herkes, özellikle kadınlar dönüp dönüp kelepçeli kıza bakmıştı. Hakeza mahkemeye giderken sağımız solumuz asker, ellerimiz kelepçeli. O vakit daha hiç duymadığım bir şiirini bize okumuştu. Kitapta yeralmadığı için, hiç bilmediğimiz duymadığımız bir şiirdi bu.

TUTUKLU

Birden

Kurşun yemiş gibi susar,

Gözbebeklerime karşı.

Susar da, açılıp yol verir şehir,

Sade radyolarda bir gamlı hava:

«Elaziz uzun çarşı...»

Firarda gözüm yok,

Namussuzum yok,

Yok pişmanlık bir halim;

Yaslanıp, bir cıgara yakmak isterim

Dumanı cevahir değer.

Mağlup mu desem, mahcup mu?

Ama ikisi de değil,

Ben garip, sen güzel, dünya mutlu...

Öyle tuhafım bu akşam üstü,

Sevgilim,

Canavar götürür gibi

İki yanım, iki süngü...

(Yeryüzü, Sayı: 11, Mart 1952)

1950’lerin başında, Ulucanlar Cezaevinden, o dönemde Ankara Adliyesinin bulunduğu Anafartalar Caddesine bir yolculuktur. Elleri kelepçeli, jandarma nezaretinde yürüyerek götürülen siyasi tutukluyu anlatır. Bir bakıma kendini. Ve o Tutuklu şiirini çok özel olarak bize evimizde okumuştu. Sonra, Şiiri kendi elyazısıyla yazıp bırakıverdi masaya. Büyülenmiştim. Donar kalırım böyle anlarda, tek kelime söyleyemem, bıraksam kendimi ağlarım hep.

DİRENCİN ŞİİRİ…

Yaşamı, daima fikriyatına uygun. Yalansız, dürüst, çocukluğundan beri, her zaman haksızlığın karşısına çıkan, delikanlılığı bir yaşam felsefine dönüştüren, sözünü esirgemeyen, yiğit bir insan. Tam şiirlerindeki gibi. Şiirleri hep adaletsizliğe, namussuzluğa, eşitsizliğe, haksızlığa karşı isyanını anlatır. Şiirleri direncin şiiridir. “Adiloş Bebenin Ninnisi” anlatır duygularını.

Doğdun,

Üç gün aç tuttuk

Üç gün meme vermedik sana

Adiloş Bebem,

Hasta düşmeyesin diye,

Töremiz böyle diye,

Saldır şimdi memeye,

Saldır da büyü...

Bunlar,

Engerekler ve çıyanlardır,

Bunlar,

Aşımıza, ekmeğimize

Göz koyanlardır,

Tanı bunları,

Tanı da büyü...

Bu, namustur

Künyemize kazınmış,

Bu da sabır,

Ağulardan süzülmüş.

Sarıl bunlara

Sarıl da büyü.