İlhan ve Gül’ü ilk kez birlikte gördüğümde anlamıştım. İkisi birbirine ama en çok İlhan, Gül’e aşıktı. Evlendikleri yaz Kemer’de geçirdiğimiz bir haftalık tatilde, sevgileri ışık saçıyordu. Gül arkaya öne hafifçe sallanarak anlatıyor. Acı hâlâ onu incitir gibi

Anlatılan bizim hikâyemiz: İlhan’ın acısı hâlâ içimizde

Bilsem,
Sevgiyle bakan gözlerini söndüreceklerini
Bilsem kahpece pusuya düşüreceklerini
Bilsem sapasağlam yiğidimi paramparça soğuk taş üzerinde son kez öptüreceklerini
Bilebilseydim kudurmuşçasına seni öldüreceklerini
Gitme! derdim
Gitme, güzelliğini doyasıya seyredeyim
Gitme, dudaklarından dökülen türküleri bir daha dinleyeyim
Gitme derdim, gitme yerine ben öleyim

Gül Erdost, 12 Aralık 1980


HAZIRLAYAN: LATİFE METLİ TÜRKYILMAZ

70’li yıllardı. Haftada en az iki akşamüstü Zafer’e, Sol Yayınları’nın kitapçısına uğranırdı. Zafer Çarşısı’nın alt katındaki dükkanda İlhan vardır. Gelenleri alnında parıltılı bir gülüşle karşılar, gözlerinin içi gülerdi. Sanki iyilik onun mayasında vardır. Solcu, devrimci insanlar, yazarlar, şairler gelir. Memleketin dertleri konuşulur, sanki hep o insanlar vardır. Devrim olmuş gibi insanın içini sevinç kaplar. Bir bardak çayın tadına doyum olmazdı.

İlhan ve Gül’ü ilk kez birlikte gördüğümde anlamıştım. İkisi birbirine, ama İlhan Gül’e çok aşıktı. Evlendiler. O yaz Kemer’de geçirdiğimiz bir haftalık tatilde, yakınlıkları ışık saçıyordu. Kaldığımız küçük aile işletmesi, mandalina ağaçları rüya gibiydi, belki biraz da bize öyle görünürdü. Güzel bir sabah kahvaltısı sonrası, çay ve sohbete doyum olmaz. Deniz kıyısına bir kilometre yolu uçarcasına yürürdük. Gül ve İlhan hep önden giderler, gülmeli konuşmalı bir neşeli yürüyüş olurdu.

Dünya daha yaşanılası bir yer olsun. İnsan adil ve özgür bir hayat sürsün çabasındayız. Zamanın kalbinde sermayeye karşı emek mücadelesi sürerken, yıllar rüzgâr gibi geçmiş, memleketi adeta teslim almak isteyen 12 Eylül faşizmi üstümüze karabulut gibi çöküvermişti.

Çok büyük bir acıydı. İlhan’ın öldürümü denildi. Tek kişilik katliam manasında. Kırk bir yıl geçmiş o gün bugündür dağılmadı karabulutlar .

İlhan konuşuldu, anlatıldı. Yazılar şiirlerle bezendi fotoğrafları. Onunla hep kader birliği yaptığını anlatan ağabeyi, o gün onunla dövülen, “canına can olamadığım kardeşim” diyen, acısını şiirlere yazılara döktü. İlhan yazılanlardan çok fazlasıydı. Güzel kalpli dostuydu çoğumuzun.

anlatilan-bizim-hikayemiz-ilhan-in-acisi-hala-icimizde-900728-1.
Latife Mertli Türkyılmaz (solda) - Gül Erdost (sağda)

Onca yıl sonra aklım durup durup İlhan’ın ölümünden hemen önceki dakikalara gidiveriyor. O gün yaşananlar acının ötesinde, hep o anlara kayıyor düşüncelerim… Sanki kurtulsa o katillerin elinden sevinivereceğim. O günlerde yazılanları, şiirleri, “İlhan İlhan” kitabını dönüp dönüp okudukça, kapaktaki fotoğrafına gözlerim takılıp kalıyor. Aklında hiçbir tasa yokmuş gibi, öylesine oturmuş, sigarası, çayı, gözlerinin içi gülüyor.

Can dost Erbil Tuşalp öyle bir anlatmış ki İlhan’ın son anlarını, tam orada hissediyor insan. Ah hiç yaşanmasaydı denilecek bir gün. 7 Kasım, 1980. Astsubay Şükrü Bağ demiş ki: “10 yaşındaki bebeleri zehirlediniz, içerisi sizin zehirlediklerinizle dolu.”

Okundukça gençlerin zihnini açan kitaplar yönetenlerin işine gelmiyor. Oysa kin ve cehalet aşılamak her vakit makbuldür. Adında “bağ” gibi hoş bir sözcük olmamalı böyle katillerin.

‘ZEHİRLENDİNİZ!’ SUÇLAMASINDAKİ KARANLIK

Yazıcı er itinayla konuşmuş telefonda, “C- Bloka iki gözaltı var. Küçük araba olmaz. Anlarsın. Tamam Reo olur” demiş, vakit ikindiyi geçerek. A-Blok iç nizamiyesine getirilip kayıtları yapılmış. Suçlarını öğrenmişler yasak yayın bulundurmak. Fotoğrafları çekilmiş, saçları kesilmiş. Henüz Hüseyin Gazi dağının yamacından gün inmemiş, birkaç işkenceci için iki kardeşi rahatça dövmeye uygun araç bulunduğunda.

O “Reo” denen cezaevi arabasına bindirilirken belki de aklında, bir an önce evine dönmek var İlhan’ın. İki kitap var yayınlanmış. Darwin’in İnsanın Türeyişi ve Doğanın Diyalektiği, onca şiddet ve kin akla gelir mi… İfadesi alınır, bırakılır diye düşünmüşler Gül’ün anlattığına göre. “zehirlediniz” sözlerindeki karanlık anlamı yine de kötüye yormamıştır İlhan.

Sonunda geç de olsa akşam eve dönebilecek. Uykudayken öpüp bıraktığı küçük kızı Türküler’i bağrına basacaktı. Alaz’ın bebek kokusunu içine çekmeyi düşlemişti belki. Oysa karanlığın demirden bir perde gibi inmesiymiş gelen günler.

A-Bloktan C-Bloka çok ağır ağır yol alan Reo denen aracın içinde ağabeyi ile İlhan, henüz gün aydınlıkken başlayan ağır darbelerle birkaç kez yere düşüp kalkarak, acımasızca dövülür. Araç C- Blok kapısında durduğunda Muzaffer Erdost sokak lambalarının akasya dallarını aydınlattığını görür. Güçlükle koğuşa gelmesinden kısa süre sonra son sözleri işitilir, “nefes alamıyorum…”

GÜL ERDOST...

Gül arkaya öne hafifçe sallanarak anlatıyor. Acı hâlâ onu incitir gibi.

Malatya’da dünyaya gelmiş. Devlet memuru bir babayla evin emekçisi annenin yedi çocuğundan biri. Demokratik aile ortamında, mutlu geçen çocukluk...

- “Ailem beni ve hepimizi, dürüst ve yalansız büyüttü. Onlara bu teşekkürü borçluyum” diyor ve ekliyor.

-İlhan’ı kaybettiğimdeki desteklerine de elbette…”

Okul yılları Konya, Ankara, Karaman’da geçmiş, bu arada aynı lisede okumuşuz. Karaman lisesini birincilikle bitirerek okul kontenjanından Hacettepe Üniversitesine kabul edilmiş.

Öğrenciliğimde hocam Emre Kongar, “Sol Yayınlarını kaynak kitap olarak verirdi” diyor. Henüz İlhan ve Muzaffer Erdost’u tanımadan, Sol Yayınlarıyla tanışmış.

“Annemi çok erken kaybettik biz” diyor, “ 59 yaşındaydı. Ölümü bizi yıkmıştı. Bizi çok etkileyen bir süreç. Babam da onu kaybettikten sonra yaşayamadı.”

Özgeçmişini bir çırpıda anlatıverdi, ikimiz de sözü İlhan’a getirmek istiyoruz, besbelli. Yüzyüze konuşabilmek güzel olurdu, ama pandemi nedeniyle birbirimizin ekran yüzünü görebiliyoruz. O an içinde olduğumuz zamanı eski günlere bağlayan anılar beliriveriyor.

İlhan gelip bizi düğününe davet etmişti, bir küçük notta, düğün yeri adresi, bir minik konyak şişesi bırakmıştı. Anısı gerçeğinden de güzel günlerden biriydi. Düğün bahçesinde küçük yuvarlak masalarda oturduk. Hızlıca, neşeli gelişleri ve güzel endamları gözlerimin önüne geliverdi. Ahmed ağabey, Aynur abla, Uğur Mumcu, Güldal Mumcu, Oğuz ve ben aynı masadaydık.

anlatilan-bizim-hikayemiz-ilhan-in-acisi-hala-icimizde-900775-1.

İLHAN'IN EN SEVDİĞİ TÜRKÜ; GEL HA GÖNÜL HAVALANMA, ENGİN OL GÖNÜL ENGİN OL...

Gül’ün Azeri türküleri tutkuyla seviyor olması İlhan’la tanışmasına vesile olur. Azerbeycanlı sanatçı Reşit Beybutof ‘un kasetini ararken, arkadaşı Su Apaydın, onu akrabası İlhan’ın Onur Yayınlarına götürür.

İlhan’la tanışırlar, aradığı türkülerin kasetleri bulunur. O gün o an, aralarında görünmez bir çekim başlamıştır kimbilir. Bir hafta geçmez Gül’ü 1 Mayıs’ta yapacakları pikniğe davet eder.

Gül istekli olmaz, Su ısrar eder, giderler. Gül mezun olur olmaz İzmir’e tayini çıkar, SKK Hastanesi’nde sosyal hizmet uzmanı olarak işe başlar. Hemen her fırsatta Ankara’ya gelir. Her gelişte Su ile buluşurlar. Su ısrar eder;

-“Hadi gel İlhanlara gidelim” diye. Gül sorar;

- “Ne işimiz var?”

- “Bayram işte ne olacak.”

Su ve Gül, giderler yine. Gül’ü görünce hemen sesini dinlemek istediğini söyler. Rakı sofrası kurulur, türküler, şarkılarla bir akşamdır. “Gel ha gönül havalanma, engin ol gönül engin ol”

O an için ne yenilip içildiği, neler konuşulduğu değil, hatta türküler de değil, kiminle beraber olduğundur önemli olan. Günün bitiminde İlhan ansızın Gül’e evlenme teklif eder:

-Gel seninle evlenelim, Gül şaşırır,

-Tanışmıyoruz bile, bu mümkün değil.

Gül İzmir’e döner. Zaman elyazısı ile mektupların yazıldığı zamandır. İlhan ona her hafta mektup yazar. Koca bir kutu, Gül hâlâ saklıyor. Gül’e aşkını anlatır, sevgisini, kendini, çocukluğunu anlatan ama çok güzel mektuplardır. Hiçbirine cevap alamaz Gül’den.

“İlhan durur mu” diyor, “ kardeşlerimin, ailemin gönlünü fethetti kısa sürede. Onlarla iyi ilişkiler kurdu. Bu konuda öyle becerili ki, annem İlhan’ı çok sevmişti. 1976’da 1 Mayıs’ta nişanlandık. 5 Temmuz’da da evlendik.”

“Türküler 78 doğumlu, Alaz ise 80. İkisinin ismini de Muzaffer Ağabeyim koydu. Kısa süreli yaşamımız sımsıcak ve hep kaygılar içinde geçti.

Faşist saldırılar günbegün yükseliyordu. Doğan Öz katledildi. Çok yakın dostumuzdu. Türküler’in doğumundan birkaç gün sonraydı. Kayıplar, cezaevi süreçleri, Muzaffer Ağabeyimin aranması… 12 Eylül öncesi çok yoğun politik baskılar vardı üzerimizde.”

Gül İlhan’la evlenirken cezaevine girmesinin beklenen bir durum olduğunu kabul ederek evlenmiş. “Böyle bir yaşamın olacağını az çok biliyordum” diyor. Lâkin öldürülmesi akla ziyan:

-Bana çok ağır geldi. Beklemediğim bir şeydi. Çok da gençtim. 28 yaşındaydım, İlhan 36 yaşında, çocuklarımız çok küçüktü.

- 7’sinde de gözaltına alınma haberi geldi. Ölümünden haberimiz yoktu kesinlikle. Halit Ağabey bana telefon etti, “hava çok soğuk, İlhan çok ince giyinmiş” dedi. Disk ameliyatı vardı, beli sıkıntılıydı. “Daha kalın bir şeyler hazırla ve götürün” dedi. Ben de hemen ayarladım. Küçük bir valiz yapmıştım. Eşyalarını gösterip ‘İlhan Erdost’a geldim’ dedim. Birbirlerine baktılar. Bir tuhaflık olduğu belliydi. Eşyalarını almadan bizi geri yolladılar.

anlatilan-bizim-hikayemiz-ilhan-in-acisi-hala-icimizde-900392-1.
Türküler ve Alaz babalarının mezarına bahçe diyorlar.


GÜL'ÜN 10 KASIM'DA HABERİ OLUYOR...

- Halit abiler seninle konuşmak istiyor dediler. Muzaffer abimlerin bize çok yakın olan evlerine gittim, Halit abi bir tuhaf. Kaya ile Serpil, Vahap abiler, kapı çaldıkça birileri geliyor. Ne oldu diyorum ama inan ki İlhan’ın ölümüyle ilgili aklıma hiçbir şey gelmedi. “Ne oldu bir şey mi var?” diyorum. “İlhan mide kanaması geçirmiş” dediler. Bu çok mantıklı. İlhan’ın midesi çok hassastı. “Gülhane GATA’da yatıyor” diyorlar. Hemen kan aramaya başladım. O arada da hem kan arıyorum hem bakıyorum girenler, çıkanlar… Birden “başka bir şey oldu, ne olur söyleyin” dedim. Uğur Mumcu’yu arayacağım ben dedim. Çevirdim, hiç adımı söylemeden ‘özür dilerim, İlhan Erdost’la ilgili bilgi almak istiyorum’ dedim. “Çok üzgünüm hanımefendi, kaybettik” dedi.

Sonrasında ben ne yapacağım diyerek kendimi balkondan atmaya kalkmışım. Yaşadığım şoktan kaynaklı, 6 ay kadar yürüyemedim. Sürüne sürüne yakınım biriyle, her gün İlhan’ı ziyarete gittim. Yıllarca bu alışkanlığımı sürdürdüm. İlhan’la paylaşmaya gidiyordum. ‘Alaz agu dedi, Türküler seni sordu, Alaz emeklemeye başladı’ gibi. Ne yapıyorlarsa çocuklar, onlar hakkında konuşuyordum. Psikoterapi aslında. Dolayısıyla altı ay raporluydum, arkadaşlarım artık rapor almamı istemediler. İyileşmemin işe başlamamla mümkün olacağını düşünmüşler. Gelmen lazım dediler. Abimin işkence sonrası tanınmayacak durumdaki vücudunun tedavisini evde yaptılar, müthiş insanlardı. Abimin her tarafı şişti. Öldürülmemişti ama kollarını falan yanına yanaştıramıyordu. Her tarafı mosmordu… 12 Eylül süreci, düşün ki hastaneden röntgen cihazını getirdiler. Abim reddediyor, benim kardeşim gitmiş, boş verin beni diyor.

YÜZLERİNE KARŞI ÜFLEMEDİM Kİ GÖZLERİNİ KIRPIŞTIRMASINLAR

Bu ağır günlerde çocukları, hem İlhan’ın hem Gül’ün ailesi, dostları sevgi halesi içine alırlar... Kimi çocuğunu alır gelir, kimi kendisi, Türküler’i ve Alaz’ı parka, gezmeye götürürler, amca her vakit ilgilidir. Gül kaygılanır, şımarık ve her şeyi elde edebileceğini düşünen çocuklar olurlarsa ya… Ama korktuğu başına gelmez. Kendisi açıklamasını bulur, “çevremizde sevginin sınırlarını bilenlerle birlikte oldukları için” diyor. Soruyorum;

- Gülmek konuşmak iyi gelir çocuklara, ya da oyunlar oynamak, bunları yapar mıydınız ?

- İlk günler hatta çok uzun zaman aylarca hiç güldüğümü hatırlamıyorum, ama konuşmak çok, tabii her konuyu rahatça konuşurdum onlarla.

-Her gece yıllarca ağladım diyor bunu hiç gizlemedim.

-Çocuklarımın her güzel davranışını gördüğümde ağladım.

- Öğretmenlerinin övgü dolu sözlerini babalarının da duymasını istedim, bunu yalnız yaşıyor olmama ağladım.

Hatta Gül böyle gözyaşı dökerken, Türküler minik parmaklarıyla onun gözyaşlarını silermiş.

Bir de çocuklarını incitecek tek bir sözcük bile onu kaygılandırır, onların hayatına dokunan her ne olursa hassasiyetle yaklaşır.

Bir keresinde TED Ankara Koleji’nde üçüncü sınıftayken Türküler,

“Öğretmenim beni dövdü” diye ağlayarak eve gelmiş. Gül diyor ki, “Koşarak gittim okula ve öğretmenle konuştum. Bakın, sizi çok seviyoruz, çocuğum da size bayılıyor. Öğretmenimi üzdüm de bana bunu yaptı diye düşünüyor, suçluluk duyuyor. Eğitimin böyle olmayacağına inanan biriyim, böyle bir şey görmek istemiyorum”.

Öğretmen de sadece dokundurduk cetvelin ucu ile diyormuş.

-Yani ne demek dokundurmak…! Ben yüzlerine karşı üflemedim ki gözlerini kırpıştırmasınlar. Çocukları ile ilgili böylesine duyarlı.

-Elbette çok üzüldükleri günler oldu. Örneğin babalar günü, anneler günü, bunları hiç sevmem.

Babalar gününde çocukları okula yollamazmış, bir gün önceden yapılan hazırlıkları görmesinler, o eksikliği yaşamasınlar diye, öğretmenlerine tembih edermiş.

-Baba yerine koydukları amcaları, dayıları oldu. Erkek figürü yaşamlarında hep oldu.

Uzun süre, hatta yıllarca, İlhan’ın tıraş takımını, diş fırçasını, benzeri şeyleri hiç yerinden kıpırdatmamış. Sanki İlhan dönüp gelecekmiş gibi… Sanki onları kaldırırsa, onu hayatından çıkarıyormuş gibi hissediyor, iç geçirerek diyor ki:

- Tabii ki bunu yapmak çok normal olmamakla birlikte, tıraş takımı bile her gün dişimi fırçalarken görmek istediğim yerde kaldı.

Kız kardeşi yanlarında kalmış, Gül’ün uzun süren hastalığı, altı ay yürüyemediği dönemdir, acı henüz çok tazedir, Alaz’ın bakımını hep teyzesi üslenir. Öğretmen olması da avantaj. “Alaz ona çok bağlıydı.” diyor.

Bir gün kız kardeşi Gül’e demiş ki;

-“Abla Türküler bana dedi ki annem okula gelmesin teyze ne olur, veli görüşmelerine sen gel, annemden utanıyorum. O günlerde Gül çok zayıflamıştır, neredeyse aç dolaşır yemez içmez, kilo kaybeder. Tabii görünümü çok zayıf ve bakımsızdır. “Saçlarım birkaç ay içinde bembeyaz olmuştu, daha yirmi sekiz yaşındaydım” diyor.

Bu çarpıcı konuşmadan sonra, İlhan’ın büyük ablası da ağırlığını koyar, kendine bakmasını ister, çocuklara haksızlık ettiğini söyler Gül’e. Mecburen toparlandım diyor Gül, Bastonla yürümeye başlamıştım o günlerde, bana ne oluyor, dedim. Psikolojik dediler. Dolayısıyla ‘kendine gel, bu çocuklar büyüyecek’ dedim.

İlhan seviyordu diye eve balık almıyor. O yiyemiyor diye, kendilerini de mahrum bırakıyordu. Ailede kim rastlarsa çocuklara balık pişirirlermiş. Böyle de güzel bir dayanışma var.

-Çok zordu, diyor, her kapı çaldığında Türküler ‘babiş geldi’ diye koşardı. Siz kendi acınıza bir de çocuğun acısını katmak zorundasınız. Bunlar çok zorlandığım şeyler. Ben bir de çocuklarımın üzüntüsüne üzüldüm. Çözüm bulamadığım için. Yıllarca yatağımızda İlhan’ın yattığı tarafa yatmadım. Sanki o yanımda yatıyormuş gibi özen gösterdim.

YAŞLI BİR ÇİFTİN PARKTA YAN YANA OTURMASINA ÇOK ÖZENMEK…

Parklarda yan yana oturan çiftlere özendiğini söyleyince, içim burkuluyor. Dert söyletir dedikleri;

-Diyelim bir düğüne gidiyorsunuz, dönüşte hep kimle dönerim diye bakınırım, belki biri de benimle döner diye. Halbuki taksiye atlar gidersin, ancak duygusal boyutu farklı. Herkes ‘hadi kalkalım’ diyor, eşini alıyor… Her zaman bir yere gittiğimde o özlemi duyarım. Keşke yanımda olsa da dokunabilsem diye.

TÜRKÜLER’İN DAYANILMAZ BABA ÖZLEMİ

Babasını çok seven onunla sürekli beraber olmuş bir çocuk Türküler. Onunla gece gündüz berabermiş. Gül uzun saatler çalışırken, İlhan Türküler’in uyanmasını beklermiş. O giydirir, bezini değiştirir, güle eğlene kahvaltı ederler, onu “kuriğim” diye severmiş. Anneanneye bırakıp işine gidermiş. İşte onun birden gelmez oluşudur çocuğun büyük özlemi.

Alıştıra alıştıra, psikolojik destek alarak, Türküler’e babasının trafik kazasında öldüğünü söylerler. Zorla da olsa yuvaya gitmeye alışmıştır.

.Bir gün yuva öğretmeni Gül’ü arar, meslektaşı ve yakın arkadaşı:

• “Gül hemen okula gelmen lazım, Türküler durmadan ağlıyor , susturamıyoruz.”

Deli gibi koşar, uçar adeta. Kızını durmamacasına ağlarken bulur. Bir taraftan da annesine çok öfkeli, onu suçluyor, içini çeke çeke:

• “Sen yalancı bir kadınsın, sen bana yalan söyledin. Babam trafik kazasında ölmedi, benim babamı döverek öldürmüşler işte!”

Gül’ün başından kaynar sular dökülür tabii. Hangi derdine yanacağını şaşırmış. Kızını korumak istemenin bu denli ağır bir yara açması beklenmedik bir şok olur. Onun felaketi bu şekilde öğrenmesi ayrı bir büyük acı olur. Oysa bilimsel yaklaşımla “çocuklara ölüm öyle çarpıcı şekilde anlatılmamalı, alıştırılmalı hele de böylesi.” Atalay Yörükoğlu’nın önerilerini uygulamaya çalışırken o tasavvur beklenmedik şekilde göçmüş böylece. Önce baban Avrupa’dan matbaa makinası alacak diyorlar.

TÜRKÜLER’İN ÇOCUK OYUNU…

Türküler bu arada durmadan babasını sorarken her gün, bir oyun uydurur kendine. Bir numara söyler, “yirmidokuz beş” i ister. “Baba sen misin?”, “amcamlardan telefon ediyorum” diyormuş, “ben iyiyim,…” “bir makine daha mı yapacaksın…..”, “baba öğleden sonra mı geleceksin…” diyormuş. “Hadi güle güle baba…”, sonra da içeriye koşup, duymak istediği müjdeli haberi veriyormuş.

“ Babam öğleden sonra gelecekmiş…”, “ Ben konuştum” diyormuş.

Baba gelmedikçe umutları azalıyor besbelli “ anne babam gelecek mi”, Gül geçiştiriyor. Bir gün baban gelemiyor trafik kazası geçirdi diye ağız birliği yapıyorlar.

Bir gün geliyor ki Türküler’in o bitmez sorularına trafik kazasında öldü cevabı verilir… bu sözler söylenirken hep yardım alırlar.

İşte yuvada yaşanan o ana kadar sürer bu dinginlik. Çocuklar bazen acımasızdır. O çocuk ki, belki hınzırca, belki bilmeden safça, belki ailenin boşboğazlığından söyleyiveriyor duyup, dinlediklerini.

Öğrenmesi çok yakıcı olmuş, annesiyle altı ay hiç konuşmamış, ama Türküler öğrendiğinde Alaz’a anlatma işini de üslenmiş. Bak işte babamız burada yatıyor diye anlatıyormuş çiçeklerle bezeli bir bahçeye benzettikleri mezar başında. Alaz da böylece, Türküler’e öykünerek yaşıyormuş baba özlemini.

EVE GELEN İCRALAR, ZORLUKLAR AŞILIR

İlhan öldürüldükten sonra bizim eve icralar gelmeye başladı. işleri abime devrettim. Ancak borçlar nedeniyle takibatlar ev adresimize geliyordu.

Dosyalara bakan avukat, şimdi hâlâ dostum, ‘İcra dosyalarınız bende. ‘Senin maaşına ben haciz koydurayım, bundan sonra eve gelmez kimse’ dedi. Borçlar dörtte bir maaşımdan kesildi, emekli olana kadar da ödedik. Abim de kitap satışları açıldıktan sonra kapatmaya çalıştı. Faizleriyle birlikte kocaman borçlar ödedik.

Türküler Hacettepe Psikoloji, Alaz Hacettepe Maliye’yi kazandı. Alaz kazandığı esnada Türküler, ODTÜ’ye geçiş yaptı. Artık üniversiteye geçtikten sonra özel okul da olmadığı için biraz daha rahatladım. Aynı zamanda ben 21 yılımı doldurup, emekli olduktan sonra, gönülü olarak 6 yıldır emek verdiğim Türkiye İnsan Hakları Vakfında sürekli çalışmaya başlamıştım.

Önce Altı yıl gönüllü çalıştım. Her akşamüzeri ve cumartesi, pazar orada işkence görenlerin aileleriyle, çocuklarıyla, kendi çocuklarıma nasıl davrandıysam onlara da öyle davranarak, eğitim destekleri vererek, birçok çocuk yetiştirdik.

Durmadım. Çalışma beni biraz söylediğim bakımsız, depresif halimden çıkardı. Bunları yapabiliyor olmak, birilerine destek olma güdüsüyle. Psikiyatristler çok şaşkınlar. Böyle bir işkence nedeniyle eşini kaybetmiş birinin, işkence mağdurlarıyla çalışabiliyor olmasını şaşkınlıkla karşıladılar. Mesela bir yıl, işkence türü olarak hep buzda bekletme uyguluyordu polisler, emniyet, jandarma, kolluk güçleri. Bir yılda iki üç ampütasyon yaptırdığımı bilirim SSK hastanesinde. İki bacağını birden kestirdiğim işkence mağdurları oldu.

Vakıfta 2004’e kadar çalıştım. 2004 yılında kadın hareketine geçtim, projelerde çalışmaya başladım. Birkaç önemli projenin koordinatörlüğünü yaptım. Yurtdışına gitme, oraları görme deneyimim oldu. Birleşmiş Milletler’e (BM) geçmem benim bu alandaki deneyimlerimle oldu. Profesyonel çalışmalarımın yanında, gönüllü çalışmalarım da çok fazla.

TÜRKÜLER VE ALAZ NERELERDE ÇALIŞIYOR?

Türküler Hacettepe Üniversitesi’nde hem doktora yapıyor hem de HÜKSAM (Hacettepe Üniversitesi Kadın Sağlığı Araştırma Merkezinde) profesyonel çalışıyor. Psikolog-doktor olacak yakında, tez aşamasında. Alaz mali müşavir oldu. Kendi kendine karar verdi ve yeminli mali müşavir olacağım dedi.

BABASIZLIĞIN NE OLDUĞUNU DA ONLARLA BİRLİKTE YAŞAMIŞSIN. SENİ EN ÇOK ÜZEN VE MUTLU EDEN OLAYLAR NELERDİR?

Üzen çok olay oldu. Fakat gerçekten güçlendim. Böyle zorluklarla baş etmek, hastalık ve ölüm dışında hiçbir şey beni alt edemez diye düşündürüyor. Sevdiklerimi kaybetmek, arkadaşlarımı kaybetmek, bana en çok dokunan şeyler oldu. İlhan’ın kaybından sonra elbette.

Ama sevindiğim şeyler hep çocuklarımla ilgili. Çok istediğim gibi, İlhan’ın da istediği gibi iki çocuk yetiştirdim. İnsan hakları savunucusu, dünya tatlısı… Mesela çevremdekileri görüyorum, meselelerden tamamen uzaklaştılar, çoğu insan ve çocukları sosyalizmden uzaklaştı. Ancak benim iki çocuğum da gerçekten aklı başında ve de bizim de emek harcadığımız, kan döktüğümüz yolda yürüyorlar. Daha da akıllı yürüyorlar. Bunlar benim çok sevindiğim şeyler.

O BİR MAVERDE GÜL

Gül ile iki akşam uzun uzun konuştuktan sonra, Onun İlhan’ı yitirdikten sonra, acılı bir zaman diliminde kapanması. Sonra acıya inat, güçlenerek atom karınca gibi yaptığı çalışmaları görünce ben ona bir ad verdim. O bir maverde gül. Çocukluğumda bahçemizde Maverde güller öbek öbek büyürdü, arılar, kelebekler ondan bal alır, reçeli yapılır, gülsuyu ondan üretilir. Kokusu güzelliği bahçeyi şenlendirirdi.

Karşılıklı konuşurken, beni gülümseten çok şey de anlattı Gül. Kızlar çok minikken onlara kitap okumaya başlamış. Bir gün bakmış ki yataklarında koca koca çocuklar, okuma yazma da biliyorlar ve ben onlara hâlâ okuyorum. Çok komikti. “Artık kendiniz okuyun “ demiş

‘Annecim lütfen sen oku, okurken çok da güzel canlandırıyorsun’ diye yalvarıyorlarmış kızlar.

İlhan klasik müziği çok severdi. Cumhurbaşkanı Senfoni Orkestrası’na, baleye götürmeye başladım çocukları. . Sonra Türküler’in sesi çok güzel, onu TRT Çocuk Korosu’na götürdüm Ankara Radyosunda Sıhhiye’de . Orada solist olarak roller aldı. Bunlar emek. Arabamız yok, otobüse biniyoruz, gidiyoruz, yanımızda sandviçler, Alaz’ın boyama kitapları… Alaz sonra seslendirme sınavına girdi. Dolayısıyla bu sefer onu da stüdyoya bırakıyorum Ben de elimde kitap, gazete akşama kadar bekliyorum. Yıllarca sürdü bu durum Türküler halen de çok sesli müzikle ilgisini sürdürüyor.

İlhan kendisi de hayatı çok seviyordu ve yaşayamadı. Her yaşadığım şeyde onu hatırlıyorum. ‘Olsaydı ne yapardı’ diye.

BUGÜNÜN GENÇLERİNE NE ÖNERİRSİN?

Bir kere bu ülkeyi bu hale ayrımcılık getirdi. Yani her dönem bir başka ayrımcılık konusu bulabiliyoruz. Bir dönem Kürt, bir dönem Alevi, bir dönem Roman bulduk. İnsan hakları ve uluslararası belgeler çerçevesinde hayata bakışları şekillensin. Öyle bakınca hayvanın da doğanın da yaşam hakkına saygı duyuyorsun. Sevgiyle baksınlar. Olumlu, ayrımcılık içermeyen şekilde baksınlar, okusunlar… Yoksulluk bağlamında sınıfsal bakmanın çözüm olacağını düşünüyorum. Gençlere de bunu tavsiye ediyorum. Dünya nimetleriyle de uğraşsınlar sorunlarıyla da. Sorunları da kendilerine dert etsinler, çözüm yolları için çabalasınlar. Birlikte dayanışma içerisinde nasıl çözülebileceğine baksınlar.

Ben bütün çocuklara şunu öneriyorum, demokratik örgütlerde çalışmak beni çok güçlendirdi. Profesyonel yaşamının dışında herhangi bir yerde olmak, ne olursa olsun. Çok bireysel davranıyoruz, bireysellikten çıkıp, dayanışma içerisinde, birbirinin halinden anlayarak davranan bir gençlik olmasını hep çok istiyordum ve tavsiye ediyorum.

Gül ile iki uzun akşam sürecek konuşmamıza başladığımızda, havaya yağmur sonrasının pembemsi günışığı dolmuştu. O anda içimin tekrar tekrar yanacağını düşündüm.