Wolf’un metinde özel olarak disleksili çocuklara genişçe yer ayırması, özellikle bizim gibi eğitim-öğretim alanının bir enkaza çevrildiği devletin öğrencileri deneme tahtasına çevirdiği, günden güne gericileşen bir müfredatla eğitmeye çalıştığı toplumlar açısından önemlidir

Anlatılan, okurun  6 bin yıllık hikâyesidir

Ulaş Koç

Yaşamımızı şekillendiren, bizi biz yapan süreçlerin çoğu hakkında oturup düşünmeyiz. Doğabilimciler için, hayatımızı yaşanır kılan, gündelik yaşamın kıyısında köşesinde duran ve öylece durup düşünmeden üzerinden geçtiğimiz milyonlarca fenomen hakkında kafa yormak, söz konusu olguyu var eden içsel süreçleri ortaya çıkarmak ontolojik bir reflekstir.

Merak eder, sorular sorar ve cevaplar ararız. Bu soruları yaratan olguların çoğu, yaşamımız üzerinde dolaylı ya da dolaysız etkide bulunur ve birçoğunu canlı yaşamı için gerek-koşul olarak görürüz. Gelgelelim bir olgu var ki, medeniyetimiz açısından mühim bir yerde bulunur; deyim yerindeyse nefes almak, yemek yemek kadar bir önemi olmasına rağmen gündelik yaşam içinde sorgulamadığımız ve bizi biz yapan diğer süreçler gibi, o da aynı düşünce fakirliğimizden nasibini almıştır: Okumak.
Koç Üniversitesi Yayınları’ndan çıkan Proust ve Mürekkepbalığı: Okuyan Beynin Bilimi ve Hikâyesi (çev. Ferit Burak Aydar) adlı harikulade kitabın yazarı Maryanne Wolf, bir sinirbilimci olarak, ancak bir doğabilimcinin aklına gelebilecek muhteşem bir “detaya” takılmış: Okumayı nasıl öğrendik? Çoğu insan için yazının bulunuşu, inşa ettiğimiz medeniyetimiz açısından bir kilometre taşı olarak görülür. Ama çok azımızın aklına şu soru gelir: Yazı bulundu, iyi güzel de, bunu kim, nasıl okudu?

Maryanne Wolf kitapta bu soruya yanıt ararken, öncelikle medeniyetimizin okumaya neden ihtiyaç duyduğunu ve beynimizin okumaya nasıl uyum sağladığını tartışıyor. Bilindiği gibi okuma, doğar doğmaz ortaya çıkan veya doğum öncesi kodlanmış bir yetenek değildir. Okuma gibi karmaşık dinamiklere sahip bir edimin, “basit çizgilerin koyun gibi doğadaki somut bir şeyi […] temsil edebileceğine dair akıl almaz” sadelikte bir keşifle başladığını, biliyoruz ve bu tarihöncesi keşfin, günümüzde aldığı hali okumak etkileyici bir deneyimdir. Kitabı okumadan önce, okuduğunuz bir metni nasıl okuduğunuza dair hiç düşünmemişseniz, anlatı daha cezbedici ve bir o kadar da heyecanlı hale geliyor.

Wolf, 6 bin yıllık okur tarihimizi, Parçacık Fiziği araştırmalarının bir armağanı olan günümüz görüntüleme teknolojisiyle yoğurarak sunuyor. Yazının ilk olarak hangi medeniyet ya da medeniyetler tarafından bulunduğu hâlâ bir tartışma konusu ve Wolf güncel tartışmalara uygun olarak temkinli şekilde iz sürüyor. Sümerlilerin yazısından, çocuklarına okumayı nasıl öğrettiklerine ve Sokrates’in okur-yazar bireye neden karşı çıktığına kadar uzanan erken dönem tarihini hakkını vererek tartışıyor. Ayrıca her yazı dilinin, beynimizin farklı şekilde örgütlenmesine neden olduğunu kanıtlarıyla aktarıyor.
Kitabın gelişme bölümündeyse artık çağdaş toplumda okumayı nasıl öğrendiğimizin bir panoramasını gösteriyor yazar. Okurları üç seviyede değerlendiriyor: Çaylak okur, deşifre eden okur ve uzman okur. Her birinin gelişimini ayrıntılı bir biçimde ve sinirbilimin sınırlarını zorlayarak ortaya koyuyor. Wolf “okur”u okura anlatırken, zaman zaman da sizi okuma testine tabi tutuyor; geçmişinize, okumayı ilk söktüğünüz zaman ve mekâna döndürüyor. Kitabın bu bölümü çocuk yetiştiren, yetiştirmeye niyeti olan ebeveyn adayları için bir rehber niteliğinde denilebilir.

Wolf’un metinde özel olarak (kendi çocuğunun da mustarip olmasından dolayı) disleksili (okumayı öğrenmekte zorlanan) çocuklara genişçe yer ayırması, özellikle bizim gibi eğitim-öğretim alanının bir enkaza çevrildiği devletin öğrencileri deneme tahtasına çevirdiği, günden güne gericileşen bir müfredatla eğitmeye çalıştığı toplumlar açısından önemlidir.

Türkiye’de bugün, gelecek kuşakları tasarlayanların, toplumun yaklaşık 3 milyonunun okuma-yazma bilmemesini (ve bunun neredeyse onda sekizini kadınların oluşturmasını) önemsememesi bir kenara, yaratmak istediği ümmi toplumun olmazsa olmazı olan din ağırlıklı eğitimi bile öğretmekten uzak bir sistemsizlik ve vizyonsuzlukla malul durumda olduğu, zihni açık bir çoğunluk tarafından acı şekilde izlenmektedir.

Wolf’un kitapta işaret ettiği bir nokta daha var ki, Marx ve Engels’in ayakları üzerine diktiği sosyalist fikirler açısından çok önemlidir. Wolf, disleksi sorunu yaşamış ünlü isimleri (Thomas Edison, Alexander Graham Bell, Leonardo da Vinci, Auguste Rodin, Gaudi, Albert Einstein, Andy Warhol, Pablo Picasso, Whoopi Goldberg, Johnny Depp vs.) saydıktan sonra şöyle bir çıkarım yapıyor: “genetik olarak bahşedilmiş güçlü ve zayıf yanlarımızın çeşitliliği bize tüm çeşitli ihtiyaçlarımızı karşılayabilecek bir toplum kurma imkânı tanır” (s. 200). İki ayağımızın üzerine kalktığımız günden bugüne çok şey başardık ve bu başarıyı sözü geçen çeşitliliğimize borçluyuz. Bu çeşitliliği, yaşadığımız dünyayı tektip bir kâr cehennemine çeviren kapitalist düzenin yerine, daha insani olanını koyarak, çok daha işe yarar hale getirmek mümkündür. Buradan hareketle Marx, geleceğin toplumunun bayrağına şunu yazacağını muştulamıştı: “Herkesten yeteneğine göre, herkese ihtiyacı kadar!”


Nitekim metin boyunca sayılan tüm o ünlü yaratıcı zihinlerin disleksili bireylerden çıkmış olması tesadüf değildir. Beynimiz, evrimimiz boyunca, eksikliklerimizi kapatabilmek adına yüzbinlerce yıl boyunca, doğayla diyalektik bir ilişki geliştirerek çözümler aramıştır. Bu çözümler zaman zaman bir tuvalde, zaman zaman bir doğa yasasında billurlaşmıştır.

Sonsöz olarak; Wolf kitapta, “okuma sürecinin amacı […] metnin ötesine geçmek” diyor. Bulunduğumuz dünyanın ötesine geçmek ve onu değiştirmek elimizdedir.