Gelgelelim yaşantılarımızı hatıraya dönüştürmenin artık mümkün olmadığı şu günlerde, hatırlamanın bir tepki koyma biçimi olduğu daha da belirginleşti.

Anlatmanın dayanılmaz zevki ve gizli çekmece

Ulaş Bager Aldemir

Sevgi Soysal ve İlhan Berk’e özlemle…

Keşke insanların birbirlerinden mektup bekledikleri ve sözcüklerin bir haysiyetinin olduğu zamanlarda yaşamış olsaydım. Ve ah, keşke Ahmet Oktay’la da tanışmış olsaydım. Türkçe’nin lirik seslerindendi Oktay. Evet, tıpkı Fazıl Hüsnü Dağlarca’da da gördüğümüz gibi enflase bir durum söz konusudur onun şiirlerinde ve bazen o kadar çok bağırır ki, sesi detone olur. Ama Az Kaldı Kışa’yı ve şu muhteşem dizeleri yazmış bir şairdir o: “Sen kapalı, mahzun odalarda/ kırık oyuncaklara karşı bir çocuk./ Ürperiyorsun denizin çığlıklarını duydukça/ dudakların kaskatı öpüldükçe neden?/ Kaç ölüm tasarlıyorsun çıkmazında/ belli, yoruldun kendini denemekten.”


Bir süredir Ahmet Oktay’ın “gizli çekmece”lerini karıştırıyorum. Yazar henüz hayattayken yayımlanan, Gizli Çekmece: Basından, TRT’den, Bohemlerin ve Edebiyatçıların Dünyasından Hayatı Hakikiye Sahneleri adlı kitapta anlatılanlar hakikaten büyüleyici. Öte yandan Oktay’ın, anlatmanın dayanılmaz zevkini sonuna kadar yaşayan bir insan olduğunu da gösteriyor bu kitap.

Gelgelelim yaşantılarımızı hatıraya dönüştürmenin artık mümkün olmadığı şu günlerde, hatırlamanın bir tepki koyma biçimi olduğu daha da belirginleşti. Kuşkusuz ki beyhude ve içe dönük bir çabadır bu, tıpkı Behçet Necatigil’de vuku bulan hınca benzer -yani Max Scheler’in ressentiment’ına. Ama yine de, Oktay’ın yazdıklarını okurken “yaşadığımız zamanların duyarsızlığı ve acımasızlığı karşısında istihzayla gülüm[süyorum].”

1963’te işsiz kalmış Oktay ve üstüne üstlük bir de âşık olmuş. Âşık olduğu kadın, 1964’te evleneceği ressam Tülay Tura. Tülay Hanım ve Devrim Erbil’in beraber açtıkları bir sergide başlayan yakınlık, ömür boyu süren bir evlilikle sonuçlanmış. Anlaşılan o ki sevmenin ve emek vermenin ne demek olduğunu çok iyi bilen biriymiş Ahmet Oktay, zaten en çok da üslubundaki zarafetten belli bu. İşsizlik günlerini şöyle anlatıyor:

“Kızılay’da Ali Nazmi Pasajı’nın en üst katındaki “bekâr odaları”ndan birinde kalıyorum. Hakkını artık asla ödeyemeyeceğim rahmetli Oktay Kurtböke de o sıralar Ankara’da. “Dert etme, ben beş altı ay öderim kiranı, bir iş ayarlarız nasıl olsa” diyor. Annem babam da bir miktar para göndereceklerini bildiriyorlar ve işsizlik günlerim başlıyor…

Gündüzleri bekâr odamda okuyarak, bir şeyler yazarak zaman zaman da iş arayarak günü dolduruyorum. Saat 18.00’den sonraki meskenim, o zamanlar yazarlar, sanatçılar arasında sevilen bir yer olan, Piknik’in bitişiğindeki bir binanın bodrum katında bulunan Sanat Sevenler Kulübü. Gençliğimden, Mavi dergisini çıkardığımız günlerden bildiğim, gittiğim bir yer. Bu yüzden, genç bir yazar olarak çevrem ve itibarım var. Sevilen biriyim.

Ne güzel anılar var belleğimde. Şimdi gözümün önünde Şükran Akurgal’ın hayali canlanıyor. Şükran, İş Bankası’nın avukatlarından biriydi. Her zaman güler yüzlü, sevecen. Bir akşamüstü tek başıma otururken geldi. İçkisini söyledi, bana da bir kadeh ısmarlamak istedi. İki gündür, kursağıma lokma girmemiş. Yüzümü kızartıp, “Bana bir yemek yedir” dedim. “Kalk, gidelim” dedi. Çıktık, bir taksi çevirdi ve Bahçelievler’deki İş Bankası Lokali’ne götürdü beni. Bonfileli, rakılı bir yemek yedik. O zor günlerimde hep sorardı, “Aç mısın?” diye. Para, henüz Tanrı olmamıştı. Yardımlaşma, dostluk vardı. Harcanmak için de para. Yıllardır görmedim Şükran Akurgal’ı. Ama emekli olup Bodrum’a yerleştiğini biliyorum.”

Basın kulislerindeki kahkahalar, şuara meclislerindeki kadeh seslerine karışıyor Gizli Çekmece’de. Naim Tirali, Mehmed Kemal, Nezihe Meriç, Sevgi Soysal, İlhan Berk, Leylâ Erbil ve daha niceleri… Anlatmanın dayanılmaz zevkinin, bir zamanlar duygusundan asla bağımsız düşünülemeyeceğini bize bir kez daha hatırlatıyor Gizli Çekmece. En çok da, “şiirimizin uç beyi” İlhan Berk’in yaramazlıklarını okurken kendimden geçiyorum:

“Madem, yolumuz düştü Ankara’ya, Özen Pastanesi’ne uğramamak olmaz. Atatürk Bulvarı, ömre sefa bir bulvar o zamanlar. İki tarafı akasya ve atkestanesi kaplı. Özen, Çankaya’ya çıkarken sağ kolda. Yazın, kaldırımın bir bölümüne masalar konuyor. Nurullah Ataç’ı ilk orada gördüm. Gözlüklerini burnunun üstüne düşürmüş okuyordu. Ama tanışmadık hiç. Özen yazarların bir uğrak yeriydi. Bir öğleden sonra oturuluyor Özen’de. İlhan Berk, Necati Cumalı, Oktay Akbal, Kenan Harun var. Kenan o sırada mirasa konmuş. Akbal’a uçak bileti göndermiş. Yüksel Palas’ta ağırlıyor onu. İlhan Berk’i tanıyışım 15. Yıl Kıraathanesi’nde. Kırşehir’de öğretmen o sıra İlhan, gelip gidiyor. Şiirin anlamsızlığını ilan etmediği yıllar. Sonra Ankara’ya yerleşecek. Adakale Sokak’ta bir ev öte komşum olacak ama o sıra mesafeliyiz.

Özen’den kalkılıyor. Çankaya’ya doğru yürünüyor ve şiirler okunuyor. Ağabeyler bir ara dönüp, “Hadi bakalım sen de oku” diyorlar. Çok güvendiğim bir şiirimi okuyorum. Şöyle dizeleri var ki, bayılıyorum:

“Daha belalı değil,
sokak muharebeleri
seni sevmekten”


Şiir çok beğeniliyor. Ama ertesi ay, dergilerden birinde benim bu dizelerimi İlhan Berk’in imzasıyla okuyorum. Çeken bilir acısını. Yıllar sonra, yanılmıyorsam Ülkü Tamer, benzer acıyı sineye çekmeyip şöyle bir ilan yayınlıyor: “Bundan böyle şiirlerimi İlhan Berk’e okumayacağım.” İlhan, her türlü eleştiriyi kesinlikle karşılıyor sohbetlerde:

“Şair mısra çalar.”

Çoğunu kaybettik o güzel insanların. Ama hatıraları bizimle. Oktay’ın da dediği gibi, “Ölmüşleri yanı başımızdaymış gibi anımsayalım.”

Son olarak belirtmek gerekir ki; şair, gazeteci ve yazar Ahmet Oktay Börtecene, her şeyden önce tavizsiz bir sosyalistti. 27 Mayıs’a, Kemalizm’e ve Kürt Sorunu’na dair ulusalcı ve soldan uzak yaklaşımları eleştirirken gösterdiği tavır, bugün hâlâ öğreticidir.

Not: Ahmet Oktay’ın fotoğraf arşivinden yararlanmama izin veren Sayın Deniz Börtecene’ye teşekkürü bir borç bilirim.